Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Öykü üzerine yaptığı inceleme çalışmalarıyla tanınan Mehmet Aslan, en son çıkan kitabı; ”Ödüllü Öykü Kitaplarının Eleştirisi” adlı yapıtıyla özellikle alana ilişkin bir boşluğu doldurma çabasıyla öne çıktı. Toplumsal savaşımın gereksinim duyduğu bilince ilişkin mücadelenin kültürel/sanatsal/estetik boyutu üzerinden özellikle bilinçli insanın toplumsal mücadeleye katkısını ve bilinçsiz sürü insandan farkını konuştuk.

Mustafa GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

Mehmet ASLAN: Sanat içinde soluk almaya, sanat yoluyla duygularını, düşüncelerini nesnelleştirmeye çalışan, kültürel yönden kendini çok yönlü geliştirmeye çabalayan biriyim.   

MG: Solun kültürel alanla kurduğu ilişki biraz sorunlu gibi gözüküyor. Partilerin ya da sivil toplum örgütlerinin kültürel alana ilişkin bakış açılarını öğrenmek için programlarına baktığımızda konuyu kalıplaşmış sözcüklerle geçiştirdiklerini görüyoruz. Sizce kendini solda ifade eden yapılar, anlayışlar bu alanı teorik olarak besleyebilecek çalışmaları yürütebiliyor mu?

MA: Türkiye’de sol örgütlenmeler, toplumsal savaşımlarını daha çok, siyasi boyutta yürütüyorlar ve ya kendi alanlarıyla sınırlandırıyorlar. Kültürel boyut, genelde göz ardı ediliyor. Var olan da çoğun yetersiz kalıyor.  

Toplumsal savaşım, bilinçle yürütülmesi gereken bir savaşımdır. Bu bilinci, mücadelenin kültürel/sanatsal/estetik boyutu verebilir. Özne konumuna yükselmiş bilinçli insanın toplumsal mücadeleye katkısı, nesne konumundaki bilinçsiz sürü insandan nitelik olarak farklı olacaktır. Bu anlamda, insanın bilincini açacak, bilinçlenmesini sağlayacak kültürel etkinlikleri gerçekleştirmek, sol örgütlenmelerin görevidir. Bunu, mücadelenin bir parçası, bir ayağı olarak görmek zorundadırlar. Bu küçümsenecek, göz ardı edilecek bir durum değildir. Elbette bu kolay bir şey değildir. Önümüzde binlerce yılda oluşmuş insanın kültürel birikimi duruyor. İnsanı bu birikimle buluşturacak, uzun soluklu etkinlikler düzenlemek gerekir. Kaçınılmaz bir zorunluluktur bu. İnsanın kültürel birikimine yaslanmayan, kalkış noktası bu birikime dayanmayan bir toplumsal mücadele başarılı olamaz.

MG: Bir eğitim emekçisi olarak Eğitim-Sen’de örgütlü olarak fiili meşru mücadeleye destek veriyorsunuz. İçinde bulunduğunuz yapı, eğitim emekçileri içinde yazan, çizen kısacası üreten üyelerine onların kendilerini geliştirmelerinin önünü açacak çalışmalar yürütüyor mu? Neden sendikanın etkinliklerine popüler kültürün öne çıkardığı isimler davet ediliyor, kendi içinden çıkan yazarlar göz ardı ediliyor?

MA: Bağlı olduğum Antalya Eğitim-Sen’de bunun ilk adımlarını attık diyebilirim. Yüz yüze olmasa da, çevrimiçi, her ay bir yazarı ve ya şairi konuk etmeye başladık. Öncelikle, Antalya’da yaşayan, sendikamız üyesi olan yazarları, şairleri konuk ettik, etmeyi sürdüreceğiz. Sonrası, yapıtlarıyla insanın estetik bilincini geliştiren, emekten/emekçiden yana sanatçıları konuk etmeyi sürdüreceğiz. 

Bunun yanında, yine çevrimiçi süren, benimde katılımcısı olduğum bir okuma grubumuz var. Katılımcıların belirlediği kitaplar okunup, birlikte değerlendiriliyor bu etkinlikte. Okuma grubunda on bir-on iki kişiyiz. Yüzlerce üyemizin olduğu bir ilde bu katılımcı sayısı yeterli değildir.

Bunlara ek olarak; Tiyatro Topluluğu, Müzik Grubu, Koro… Pandemi koşullarında aksamış olsa da, bu gruplar etkinlikler yapmaya çalışıyorlar.

Yine de, bu etkinlikleri yeterli bulmak doğru değildir. İnsanların yaşamına dokunan etkinlikleri daha da arttırmak; sanatsal etkinliklerin yanı sıra, bilimsel, felsefi vb. etkinliklerin de yapılması gerekir.

MG: “İnsan Bir Umut Şimdi” adlı bir şiir kitabınız var. Şiirin yanında ülkemizde Tanzimat’la birlikte ilk örnekleri verilen eleştiri alanında çalışmalar yürütüyorsunuz. “Ödüllü Öykü Kitaplarının Eleştirisi” adlı yayımlanmış bir kitap çalışmanız var. Sizce genel anlamda eleştirinin sanatın yaratım süreçlerindeki yeri ve önemi nedir? Piyasacı edebiyatın tuzağına gençlerin düşmemesi için eleştiri nasıl bir rol oynayabilir?

MA: Eleştiri, sanat yapıtının -eleştirel bir yaklaşımla- estetik açıdan çözümlenmesi, yorumlanması, değerlendirilmesidir. Bir yaratı ürünü olan yapıtın, bize ne söylediği, ne biçimde söylediği, bulunduğu sanat dalındaki konumu, bir yenilik getirip getirmediği… Tüm bunlar, yapıtın eleştirilmesiyle anlaşılır. Böylece, yapıtın nitelikli/güzel olup olmadığı ortaya konur.

Eleştiriyle yapıtın doğru kavranması, hem yaratıcısına hem de alımlayıcısına yol gösterecektir. Bu durum, alımlayıcı yönünden, daha nitelikli yapıtların istenmesini; sanatçı yönünden ise, daha nitelikli yapıtların ortaya konmasını, yaratılmasını sağlayacaktır.

Günümüzde yazınımızdaki eleştiri eksikliği nedeniyle, yapıtın nitelikli olanı ile niteliksiz olanı, sanatçının yetkin olanı ile yetkin olmayanı iç içe karışmış durumdadır. Hatta “Ödüllü Öykü Kitaplarının Eleştirisi’nde gösterdiğim üzere, ödüllerle nitelikli olmayan yapıtlar, yetkin olmayan yazarlar öne çıkartılmaya çalışılmaktadır. Bu ödül kurumları, böylesi yazarları/yapıtları ödüllendirerek, bir yandan okura, böylesi öykülerin güzel olduğunu, öte yandan genç yazar adaylarına bu yazarları/öyküleri örnek almalarını söylüyor. Ödüllendirilen yazarlar/öyküler, genç yazarlar için “rol model” olsun isteniyor. Bu durum, yazınımız için bir başkalaşmadır. Bu başkalaşma, bilinçlenmeyle aşılır ancak. Yazar bilinçle yaratacak, okur bilinçle okuyacak… İşte, yazara da okura da bu bilinci eleştiri verebilir.

MG: Yine “Ödüllü Öykü Kitaplarının Eleştirisi” adlı kitabınızın tanıtım yazısında, ”Gerçekçi olmayan (karşı gerçekçi de diyebiliriz) kitapların ödüllendirilmesini, gerçekçi yazına karşı bir tutum olarak görüyorum.” diyorsunuz. Piyasacı edebiyatın gerçekçi yazarlara karşı takındığı tavrı kırmak bir anlamda ablukayı dağıtmak için neler önerirsiniz?

MA: Gerçekçi yazarlar, yarattıkları yapıtlarla gerçekliğin bilgisini gösterir okura. Bu ise düzenin hiç de istemediği bir şeydir. Kapitalizm, sömürüye dayalı düzeninin gerçekliğinin görünmesini, kavranmasını istemez. Bu sömürü düzeninin sürgit devamı için gerçekleri farklı göstermeye, çarpıtmaya, bulanıklaştırmaya çalışır. Bu uğurda, suya sabuna dokunmayan, kapitalizmi estetize eden, olumlayan yazarları/yapıtları destekler, ödüllerle öne çıkartır.

Sermaye sınıfı bunu yaparken, son derece örgütlü hareket eder... Yayıneviyle kitle iletişim araçlarıyla yazarıyla eleştirmeniyle ödülüyle reklamıyla dağıtımıyla… Burjuvazinin sanattaki bu örgütlenmesini görüp, Sanatta Star Sistemi olarak kavramsallaştıran, bu düzenin nasıl işlediğini ortaya koyan Cengiz Gündoğdu’dur. Sanatta Star Sistemi, estetik değerine bakılmaksızın pazara yönelik üretilmiş eserleri, bu eserleri üreten yazarları yöneten bir örgütlenmedir.

Sermayesine yaslanıp örgütlü hareket eden bir güce, ancak örgütlü bir biçimde karşı konabilir. En başta, sermaye karşıtı güçler, emekten yana örgütlenmeler gerçekçi sanata sahip çıkmalı, gerçekçi sanatçıyı kitlesiyle buluşturmalıdırlar.

Bireysel olarak ben, eleştirel çalışmalarımla, bir yandan gerçekçi olmayan yapıtların eksikliklerini, olumsuz yönlerini ortaya koymaya çalışırken, bir yandan da gerçekçi yapıtların niteliklerini, insana katkısını göstermeye çalışıyorum.       

MG: Ödüllerin sanatçıyı hem tanınır kıldığı hem de onun üretkenliğine katkı sunduğunu dile getirenler var.  Geçenlerde 67. Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’nı yazar Şermin Yaşar, “Deli Tarla” adlı yapıtıyla aldı. İzlediğim kadarıyla ödülden sonra yazarın kitaplarının satışı hız kazandı. Sanatçıyı insani özünden koparıp hizaya getiren ödül mekanizması hakkında neler düşünüyorsunuz?

MA: Ödüller/yarışmalar, sanat yapıtını metaya dönüştürmenin, sanatçıyı “star”laştırmanın birer aracı konumundadır. “Star”laştırılan sanatçı, artık daha tanınır olurken, yapıtı daha çok satmaya başlar. Sanatı yozlaştıran bir durum söz konusu…

Buradaki yozlaşma, daha ilk adımda başlıyor, diyebiliriz. Bu ilk adım, sanat yapıtlarının birbiriyle yarıştırılmasının olağan görünmesidir. Oysa bu durum, sanatın doğasına aykırıdır. Cengiz Gündoğdu, “Gerçekçiliğin Estetiği” adlı yapıtında, bu durumu net bir biçimde gösterdi.

“Bir edebi esere kavramsal çerçeveden bakıldığında üç temel kavramla karşılaşırız.

Biçim, konu, izlek (tema). (…) Konu sanat eserinde ortak olabilir. Sanat eserini, biricik kılan, öbür sanat eserlerinden ayıran izlektir. İzleği dışlaştıran biçimdir. Sözgelimi Anna Karenina, Madam Bovary, Aşk-ı Memnu’da konu özdeştir. Bu eserleri birbirinden ayıran, eserleri biricik kılan izlektir. Bundan dolayı sanat eserleri birbiriyle yarıştırılamaz. Sanat eserinde birinci, ikinci, üçüncü, övgüye değer gibi derecelendirme, sanat eserinin yapısını yadsımadır.”

Buna karşın, ödüller, yarışmalar günden güne çoğalıyor yine de… Olağan olmayanın olağan görünmesi… Bir alışkanlık… İşin ilginç yanı, sol kesimde bu durumun daha da yaşanıyor olması.

Çoğu kimse, bir büyüğünün adını “yaşatmak” için ödül/yarışma düzenlerken; özellikle genç yazarlar/şairler yapıtlarına “hale”, özgeçmişine “ödül” koydurmanın derdine düşüyor.

Bu insanlara şunu anımsatmak gerekir. Nitelikli bir yapıtın ödüle gereksinimi yoktur. O “suni” bir soluk olan ödül olmadan da yaşar. Buna karşın, niteliksiz bir yapıtı, hiçbir ödül nitelikli konuma yükseltemez.

MG: Geçmişte İnsancıl dergisinin yürüttüğü atölye çalışmalarına katıldınız. “Ödüllü Öykü Kitaplarının Eleştirisi”  adlı kitabınızın girişinde, “Bu kitabı, hocam Cengiz Gündoğdu’ya adıyorum.” diyorsunuz. Cengiz Gündoğdu “Sanatta Star Sistemi”ne karşı yürüttüğü mücadele ile tanınıyor. İnsancıl’daki çalışmalarınızın sizin birikiminize ve sanatsal yaratımınıza ne gibi etkileri oldu?

MA: 2005’te İstanbul’a tayinimi istemiştim… İstanbul’un zorlu bir yer olduğunu biliyordum. Ama sunduğu kültürel ortam, beni kendine çekti. Niyetim buradaki resim ortamına girip ressam olmaktı. Bu arayışta, birazda rastlantıyla, İnsancıl Atölyesi’yle karşılaştım. Bir yazın atölyesi olan İnsancıl’ın temel felsefesi şuydu: Yazar/şair (insan) donanımlı olmalıdır. Katılımcısına bu donanımı kazandırmak için, seminerlerde insan türüne katkı sunmuş yazarların, şairlerin, düşünürlerin yapıtları, metin çözümlemesi biçiminde, birlikte okunuyor, birlikte değerlendiriliyordu.  

Daha öncesi böylesi bir ortam görmemiştim. Burada ben bilgisizliğimi, eksikliğimi gördüm. On yıl boyunca, Cengiz Gündoğdu ile Berrin Taş’ın seminerlerine katıldım. Homeros’u, Platon’u, Aristoteles’i, Goethe’yi, Çehov’u, Marks’ı, N. Ataç’ı, Nazım’ı… daha birçok yazarı, şairi, düşünürü ilk burada okudum.

Oysa İnsancıl’a başladığımda kitap okuma, yazma yaşamımın bir parçası değildi. Kitap okudukça başı zonklayan, okumaya başladığı kitabı beş-altı ayda ancak bitiren biriydim. Koyu bir bilgisizliğin içindeydim ama eksikliğimin ayırdın da değildim. Şimdi bir okuryazarsam, bu İnsancıl Atölyesi sayesindedir… Bu anlamda, Cengiz Gündoğdu ile Berrin Taş hocalarımın üzerimdeki emekleri çoktur.   

MG: Şiir kitabınızı okudum, şiirlerinizde bazen düzyazıya yaklaşan didaktik bir söyleminiz var. Bazen de imge ve çağrışıma yaslanan lirik şiirler göze çarpmakta. Şiire ilişkin düşünceleriniz nedir, gelecekte nasıl bir yol izlemek istiyorsunuz?

MA: İnsan Bir Umut Şimdi, İnsancıl sürecinde yazdığım ilk şiirlerimden oluştu. Şiir alanındaki ilk adımlarım, ilk denemelerim diyebilirim… Bu anlamda, eksiklikleri, aksaklıkları olması kaçınılmazdı. Bunu bir süreç olarak görüyorum. Yazmayı sürdürdükçe, şiirlerim daha da yetkinleşecektir.

Son yıllarda, eleştiriye yönelmekle birlikte, şiir yazmayı biraz boşladım, diyebilirim. Şiir yazmayı biraz ertelesem de şiir okumayı hiçbir zaman bırakmadım, bırakmam da…

Şiirde nasıl bir yol izleyeceğimi şimdiden kestirmek zor. Ama belli bir sorunu olan, yaşama dönük, umutlu, dili yalın, emekten yana, imge yönünden güçlü vb. şiirler yazmak istiyorum.

MG: Son günlerde gündemden düşmeyen bir tartışmaya sözü getirmek istiyorum. Çünkü uzun zamandır “Türkçe Edebiyat ”ve ”Türk Edebiyatı” üzerinden çok hararetli bir tartışma yürütülüyor. Bu konuya ilişkin düşünceleriniz nedir?

MA: Ben genelde “Türk Edebiyatı” diyorum. Yine de, bu adlandırma tartışmasının yazının özüne ilişkin bir tartışma olmadığını düşünüyorum. Bu adlandırmalar, ulus devlet varlığının doğal bir sonucu… Ulus devletleri varlığını sürdürdükçe sürecek gibime geliyor.

Hangi dilde yazılırsa yazılsın, benim yazın yapıtında gördüğüm, içinden çıktığı ulusun giysilerini, kültürünü, bilincini kuşanmış insandır; insan türüdür…

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

MA: Son söz olarak teşekkür etmek isterim, bu güzel söyleşi için…

ÖZGEÇMİŞ

1979’da Hatay’da doğdu.

2005’te katılımcısı olduğu İnsancıl Atölyesi’yle birlikte yazınla ilgilenmeye başladı.

Yazılarını daha çok İnsancıl, Çağdaş Türk Dili, Berfin Bahar, Aratos dergilerinde yayımlandı.

Kitapları:

İnsan Bir Umut Şimdi-Şiir

Ödüllü Öykü Kitaplarının Eleştirisi-İnceleme/Eleştiri