Selda Manduz / Demokrat Haber

İç Anadolu Kürtlerinden bir ailenin çocuğu, Kardeş Türküler ve Bajar gruplarının solisti Vedat Yıldırım’la, siyaseti, sanatı, Türkiye’yi konuştuk.

“10 kişi bir araya geldiğinde Kardeş Türküler, 6 kişi bir araya geldiğinde Bajar olur” diyen Vedat Yıldırım, “Birlikte yaşayacaksak bu ülkede, kendimizi birbirimizin yerine koymamız, anlamamız gerekiyor. Adil bir dil kurulması gerekiyor, kibirli olmayan. Nasihat değil, sohbet, muhabbet gerekiyor. Çok sıkıldık nasihatten” diye konuşuyor…

Vedat Yıldırım kimdir? Hayranlarınız sizi sanatınız dışında tanımıyor. Biraz anlatabilir misiniz kendinizi?

Ankara’ya 120 kilometre uzaklıkta bir Kürt köyünde doğdum. Kalabalık bir ailede büyüdüm. 1 yaşındayken babam Almanya’ya çalışmaya gittiği için babasız büyüdüm diyebilirim.

Ankara’nın güney doğusunda bir havza var, orada 10-15 tane Kürt köyü bulunur. Hemen aşağısı Konya sınırıdır. Ben orada doğdum. Bizim aşiret tarihi net değil ama 200-300 sene önce Adıyaman civarından, belki Urfa sınırı Suruç olduğu da söylenir, oralardan gelmişler.

Kızılırmak’ın kenarındadır bizim köy. “Ga Westiyan” yani “Öküz Yoruldu” da derler bizimkiler için. Bayağı uzun yoldan sonra yeşil sulak bir yer bulunca oraya çökerler. Bizim aşiret de oraya yerleşir.

Bizim köyün karşı tarafında Abdal köyleri, Türkmen köyleri, Tatar köyleri bulunur. Neşet Ertaş’ın köyü ordadır.

Dedem köyün muhtarıydı, büyük bir aileydik. Bütün bürokrasi, jandarma, dilencilik yapan Abdallar bizim eve gelirlerdi. Köye dışarıdan gelen herkes bizim evde misafir olurdu.

Büyük ailelerde anne biraz ninedir, anneanne, babaanne vardır. Dede iktidardır. Dedeyle ilişki rahattır. Dayak yemezsin, ilişkiler sıcaktır.

Kürt olmadığınız, Kürtçeyi sonradan öğrendiğiniz yazıldı. Bu konuya açıklık getirebilir misiniz?

Anadilim Kürtçe. Okula başladıktan sonra Türkçe öğrendim. Televizyon olsaydı daha erken öğrenirdik.

Biz Boğaziçi Üniversitesi mezunuyuz ya bize şöyle bakılıyor: “Bunlar üniversiteli, akademisyen, kültürleri araştırıyorlar, normalde Türk bunlar”.

“Beyazız” ya biz. “Dilleri öğrenip, sergiliyorlar”, “sanatla uğraşan bilim insanları” gibi bir bakış var, biraz o algıdan kaynaklanıyor.

‘DİLİNİZ BASKIYA UĞRADIĞINDA YAŞATACAĞIM DİYORSUNUZ’

Dil farkındalığı nasıl oluştu sizde? Bir dili yaşatmaya çalışmak ağır bir sorumluluk değil mi?

Herkesin dilinin, kültürünün, yemeklerinin güzelliği vardır. Dolayısıyla kendi kültürünü sevmek doğal bir durum, yeter ki kibre, küstahlığa dönüşmesin. Biz de seviyoruz, bu çok doğal insani bir şey.

Baskıya uğrayınca da diretiyorsunuz, yaşatacağım diyorsunuz. O yüzden mesela Bajar’da Kürtçe’ye pozitif ayrımcılık yapıyoruz.

‘DİL YAŞAM BİÇİDİR’

Kürtler çok zor şeyler yaşıyorlar. Kürtler boşu boşuna anadilde eğitim istemiyorlar. Dil denilen şey bir yaşam biçimidir, senin onu kullanabilmen lazım.

Felsefesini, edebiyatını okuyabilmek lazım. Bunlar olmasa o dil gelişemez ki asimilasyona maruz kalır. Batıdaki Kürtler dil anlamında çok hızlı bir şekilde asimile oluyorlar.

Eve kapanan bir dil, böyle olmaz. Yazık değil mi? Kaç bin yıllık diller bunlar. Niye? Bunların üniversiteleri olmaması ayıptır, günahtır, yazıktır. Çok ahlaksız bir ayrım, bu kadar vicdansızlık olur mu? Bu kurslarla olacak iş değil.

‘ADALET OLMADAN BARIŞ OLMAZ’

Kürtler yeniden barışa inanır mı?

Adalet olmadan barış olmaz. Barışın olması içi muhabbet dili gerekiyor. Dilini öyle üstten kullanarak barış olmaz. Eşit haklara sahip kardeşlik olması gerekiyor.

Barış ve kardeşlik kelimelerinde riyakarlık görüyor musunuz?

Evet. Kardeş, kardeş dediğiniz insanlara, üvey kardeş muamelesi yapıp idare etmek, hiçbir sorunu çözmemek olmaz. Hor görüyor, bu da aynı haklara sahip olmadığını düşündürüyor.

Türkçe’deki kardeş kelimesi cinsiyet belirtmez, bu çok güzel bir şey. Karındaş kelimesinden gelir, Türkçe öyle güzel bir dil. Dil bile ayrım yapmamış.

Onursuz yaşamak çok kötü, onursuz yaşanmaz. Onur için de adalet lazım.

‘TANKLA TOPLA GİRDİĞİNİZ YERDE SÖMÜRGECİ DURUMUNA DÜŞERSİNİZ’

Son sokağa çıkma yasaklarına ne diyorsunuz? 90’lara geri mi döndük?

Cizre ve Gazze arasında nasıl bir bağlantı kurulamıyor? Topraklara bakın, insanlara bakın, yani bu kadar mı?

Bir memlekette mesaj atıp öğretmenlere ‘burayı terk edin’ diyorsanız. Tankla topla oraya girebiliyorsanız, sömürgeci bir duruma gelirsiniz, kendinizi o duruma sokarsınız.

Mesajı neden sadece öğretmene atıyorsunuz? Oradaki insanlar ne olacak?

Bir halk “burada ben yaşıyorum, hayatım hakkında söz sahibi olmak istiyorum, anadilde eğitim istiyorum” vb diyor, siz buna hayır cevabı verip çatışmayı tercih ediyorsunuz.

‘KÜRTLERİN GÖNÜL BAĞI KOPUYOR’

Kürtlerin gönül bağı kopuyor bu politikalardan dolayı. Ben İstanbul’da yaşayan bir Kürdüm. Burada çok kültürlü bir hayat var. Benim burada bir hayatım var, eşim, dostum, arkadaşım. Birlikte yaşamak istiyoruz. Bölgedeki insan bambaşka koşullar altında. Devlet ‘bölecekler vatanı’ diye diye zulmü ile gönül bağını zedeledi Kürtlerin. Yani kendisi bölüyor şu an.

Benim için devlet, iktidar, bunlar çok gerekli değil, önemli olan insanların kendi hayatlarına dair söz sahibi olması. Barış ve müzakere masası kurulmak zorunda, başka şansımız yok.

Birlikte yaşayacaksak bu ülkede, kendimizi birbirimizin yerine koymamız, anlamamız gerekiyor. Adil bir dil kurulması gerekiyor, kibirli olmayan, nasihat değil, sohbet, muhabbet gerekiyor. Çok sıkıldık nasihatten.

‘AĞITLAR MÜZİKALE DÖNÜŞÜR’

Kimlerden etkilendiniz, ne besliyor müziğinizi?

Müzikal etkileşim sadece müzikten kaynaklı değildir. Köyün bir atmosferi vardı mesela, anneannemlerin ses tonu, konuşma ritmi, düğünler, ‘şin-cenaze ayinleri’...

Yetmişlerin sonları, seksenler, 12 Eylül, o dönemlerde Kürtçe müzik yasaktı.

Amcamlar Ankara’da lisede okuyordu. Şiwan Perver’in Ey Ferat albümüydü sanırım, onu getirmişlerdi. Bizim köye Kürtçe müzik ilk onlarla geldi.

Solcu gençler köydeki tandır damlarında kapıyı kapatır orada dinlerdi. İlk onlarla dinlemeye başladık. O zamanlar radyolarda uzun dalga, kısa dalga vardı. Erivan ve Bağdat radyosu denk gelebiliyordu. Bir gün Kürtçe müziğe denk geldik. Bilmiyorduk bizim dışımızdaki Kürtler neredeler, ne yapıyorlar. Sizin gibi konuşanları duyunca çok mutlu oluyorsunuz.

‘KARDEŞ TÜRKÜLER TÜRKİYE GİBİDİR’

Kardeş Türküler’i nasıl tarif edersiniz?

Türkiye gibiyiz, herkes var yani, her yerden, her etnik kökenden insanlar var.

Kardeş Türküler’den ayrıldınız mı? Bajar’ı neden kurdunuz?

Yok canım neden ayrılayım. Kardeş Türküler bir proje. Türkiye’de projecilik geleneğinin sınırlı olmasından kaynaklanıyor bu algı. Genelde insanların grupları olur, ya orada ömür boyu kalır, ya da dağılırlar.

Okuduğum üniversite Boğaziçi’nin kulüp geleneği güçlüdür. Kardeş Türküler başlarda Boğaziçililerden oluşuyordu. Sonra genişledik çok gelen oldu.

Mezun olduktan sonra dağılmamaya karar verip yolumuza devam ettik. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu diye bir yapılanmaya girdik.

Dans, tiyatro, müzik birimlerimiz ve yayınevimiz (Bgst yayınları) var. Kardeş Türküler onun içinde bir proje, Ya da şu an kadın arkadaşlar 90’lar kadın müziği üzerinden bir proje hazırlıyorlar.

Biz projeci bir gelenekten geliyoruz. Bajar da bir proje. Kardeş Türküler birçok dil üzerinden kurulan bir projeyken Bajar daha çok Kürtçe, Türkçe bestelerin ön planda olduğu, Rock müziğin yoğun olduğu bir proje.

YENİ ALBÜM: EV KAYITLARI

Mesela Bajar’daki gitarist arkadaşım Cansu Küçüktürk’le birlikte bir albüm çalışmamız oldu, ‘Ev Kayıtları’ birkaç haftaya o da çıkacak.

10 kişi bir araya geldiğinde Kardeş Türküler olur, 6 kişi bir araya geldiğinde Bajar olur.

Kadıköy’de Cansun ile birlikte yaşıyoruz, daha çok zaman geçiriyoruz. Evde bir araya geldiğinizde bir takım doğaçlamalar, bir şeyler yapıyorsunuz. Onun başka tadı, başka bir felsefesi olabiliyor. ‘Ev kayıtları’ da öyle bir proje.

‘FIRAT SUYU MARMARA’YA KARIŞTI’

Modern ve gelenekseli nasıl bir araya getirebiliyorsunuz?

Hayatımız böyle, hayatımızı anlatıyoruz. 27 yıldır İstanbul’dayım bir şekilde bu müziklerle, geleneğimize kültürümüze emek veriyoruz. Kapalı bir cemaat gibi yaşamıyoruz.

Bajar’daki mottomuz ‘Fırat suyu Marmara’ya karıştı’. O söz daha iyi anlatıyor.

“Bajar” şehir demek. Yeni bir sosyoloji, yeni bir doku oluşuyor. İnsanlardan yaşamdan müzikal bir dil yakalamaya çalışıyoruz.

‘AŞK KENARDA OLSA BİLE HİKAYE ANLATILIR’

Şarkılarınızın bir hikayesi var. Bu Türkiye’de sık rastlanan bir durum değil, bunun için özel bir çaba mı sarf ediyorsunuz?

Hayatla yaptığımız sanatın buluşması için hikayeler olmak zorunda. Hikaye olmazsa söz sanatı üzerinden soyut bir devinime girersiniz.

Türkiye’deki şarkıların ekseriyatı aşk şarkısı, hikayeler çok az maalesef. Öyle bir eğilim var şimdi. Ahmet Kaya, Cem Karaca, Aysel Gürel ve Sezen Aksu şarkılarında kuru kuruya aşk yoktur.

Senaryo dediğimiz şey müziği de etkiliyor. Hikaye olduğunda yaratıcılığınız artıyor. Öbür türlü müzik belirli bir tarzın tekeline dönüşür. Böyle bir yol da var, biz ne kadar başarabiliyoruz bilmiyorum, dinleyiciler karar veriyorlar.

Bajar’da bir amele, işportacı şarkısı yapabildik. Hikayeleri didaktik olmayan, üstten bir dil kullanmadan, daha içerden anlatmaya çalışıyoruz.

Sadece Kürt’leri anlatmıyoruz. İstanbul’da yaşıyoruz ‘Beyaz yakalılar’ı da anlatıyoruz. Ev Kayıtları’nda (yeni albüm) Söğütlüçeşme Metrobüs durağını, çay bahçelerini anlatıyoruz.

‘HALKIN DİLİNİ KULLANMAK LÜTUF DEĞİL’

Böyle şarkılar yapmanızda yaşamın içinde olmanızın etkisi var mı?

Halkın dilini kullanmak bir lütuf değil. Örneğin “sıradan insanları anlatıyoruz” diye bir cümle var.

Pardon, siz sıradan insan değil misiniz? Bunlar tuzak kelimeler “sıradan değilim, onların seviyesine indim” gibi bir şey çıkıyor ortaya, üstten bir dil.

Orta gelirlisi, düşük gelirlisi, Kürd’ü, Türk’ü, Sünni’si, Alevi’si vardır. Kimlik çok katmanlı, ekonomik kimlik, etnik kimlik, cinsiyet kimliği…

Kadınsanız, erkek dünyasında 1-0 yenik başlıyorsunuz. Hele eşcinselseniz neler çekiyorsunuz. Bunların hepsi önemli faktörler.

Rusya’da, düşünün Sovyet geleneğinden gelen bir ülke, eşcinsellere bakışı çok kötü durumda. Sağı solu fark etmiyor. Bu nasıl bir şey?

Demek ki reel sosyalizm de çözüm bulamamış, zaten çözüm bulamadığı için bu hale geldi. Rusya’ya gittiğimizde müthiş bir dindarlık var. Demek ki insanları bastırmışsınız dönüştürememişsiniz.

“GEZİ’DE İKİNCİ YENİ MISRALARI YAZILDI DUVARLARA”

Etkilendiğiniz bir şair var mı, şiir bestelediniz mi?

Ben şiir yazıyorum. Ama şarkı sözü yazmak daha zor geliyor, işin içine melodi ritm ile uyum giriyor. Daha sınırlayıcı...

Şiir bestelemek de çok zor. Mahalle dostumuz şair abimiz Sezai Sarıoğlu vesilesiyle çok şair tanıdım. İkinci Yeni’yi çok seviyorum. Öldükten sonra kıymetleri anlaşıldı, çok üzülüyorum. İkinci Yeni’yi apolitik olmakla suçlayan yazılar kitaplar vardı bir zamanlar. Oysa Gezi’de İkinci Yeni mısraları yazıldı duvarlara.

Film müziği yapmak zor mu, keyifli mi?

Vizontole, Kazım Öz’ün Bahoz-Fırtına filmi, Güneyli Kürt yönetmen Hiner Salem’in Dol filmi, bazı belgeseller, son olarak yakında gösterime girecek Atalay Taşdiken’in Arama Motoru içinde yer aldığım film müziği projeleri.

“BARIŞ VE KARDEŞLİĞİN BÜYÜSÜ DAĞILIYOR”

Türkiye’nin her hangi bir yerinde konser verirken sıkıntı yaşıyor musunuz?

Konserler iyi durumda değil. Bu Türkiye ile ilgili. Çok huzursuz bir ülke şu anda. Bunun verdiği bir sıkıntı var. Biz barış, kardeşlik mesajı veren bir grubuz, müziğimiz insanlarımızı bir anlamda rehabilitasyon ediyor. Ama şu anda barış ve kardeşliğin büyüsü dağılıyor. Çok kültürlülük, böyle bir ortamda ‘out’laşıyor.

Yine de ağlayıp sızlanmanın anlamı yok, bir şeyler yapmak lazım. İnsanlara seslenmenin bir yolunu bulmak gerekiyor. Hayıflanma, “ah vah etme” kültürünü Kardeş Türküler ve Bajar olarak sevmiyoruz. Türkiye’de adalet arayışı hep vardı. Bir yerde bir şeyler olacaktır. Uğraşıyoruz bakalım ne olacak.

“HİÇBİR KÜLTÜRÜN HAKKINI YEMİYORUZ”

Saldırılara maruz kaldınız mı, konser salonu bulamadığınız oldu mu?

Şu an olur mu bilmiyorum ama, biz Kayseri’de, Konya’da da konser verdik. Hala birlikte yaşamanın gücü var. Baskı yasaklamadan ziyade sansürler oluyor. “Tencere tava” adlı bir Gezi şarkısı yaptık, bazı yerlerde bizim de üstümüz çizildi. Üniversitelere gidemiyoruz mesela.

1997’de Samsun’daki bir konserimizde Kürtçe Ermenice şarkılar söyleyince polisler gerildiler, telsizler felan, bir tane Neşet Ertaş söyledik, bir Ankara havası, problem kalmadı. Kardeş Türküler adil bir ekip, kem gözlerle gelen biri o atmosferi gördüğü zaman bir şey diyemiyor. Hiçbir kültürün hakkını yememeye çalışıyoruz. Hiçbir kültürü öne çıkarmıyoruz.

Türkiye’de müzik ne durumda?

Çok büyük cümleler söyleyemem bu anlamda. Görünenler ve görünmeyenler var, ciddi değerlendirmeler yapamam. Sadece şunu söyleyebilirim. Söz yazarlığı çok azaldı. Müziğin edebiyattan, şiirden kopması ile ilgili bir şey.

Söz yazmak çok zor, çabalıyoruz. Bu eksikliğimizi biliyoruz. Pop müzik sığlaştı mesela. Onno Tunç, Atilla Özdemiroğlu, Aysel Gürel, Sezen Aksu, Turgut Uyar’ın sözleri vardı o şarkılarda, o devir kapandı. Kolektif ekip kültürü zayıfladı, bireyler var.

Peki neler dinliyorsunuz?

Dinlediğim müzik değişkenlik gösterebiliyor. Ben her şeyi dinliyorum. Mesela, küçükken Azeri müziğinden nefret ederdim. Dönem 12 Eylül, Evren’in şaklabanı Huşeng Azeroğlu habire televizyona çıkardı, milliyetçi şarkılar okurdu. Kızıl elma kafaları, soydaşlık vs... Üniversitede tanıştığım Azeri dostlarımız bu ‘zorunlu’ önyargımı kırdılar. Azeri müziğinin güzelliğini onlarla keşfettim. Velhasıl diyeceğim o ki; yeniden tanışmalar önemli...

“SES ÇIKARMAK, YOL YAKINKEN”

Son olarak; Diyarbekir’deydim iki üç gün önce. Arkadaşlarımızı ziyarete gittik. Devlet zulmü devam ediyor. Siviller, kadınlar, çocuklar ölüyorlar, cenazeleri sokak ortasında bekletiliyor. Evrensel hukuk kuralları, insan hakları yerler altında. Tek çare tekrar müzakere masasına dönülmesi. Bunun için de sivil itaatsizliklerin artması gerekiyor. Ses çıkarmak, yol yakınken, Vietnam’laşmadan...