Ercan Jan Aktaş / Demokrat Haber Fransa

Distopyayı gündelik hayat gerçekliğimize dönüştüren Covid – 19’un 2020’sinden 2021’e geçmeye birkaç gün kaldı. “2021’de bizleri ne bekliyor”dan ziyade geçmiş bir yıla Paris’in sokaklarından bakmaya çalıştık.

Fransa’da haftanın günlerine yüklenen ayrı ayrı anlamlar var. Cuma geceleri iş çıkışı kafe ve benzeri mekanlar, ev ortamları dolu dolu olur ve bir haftanın bütün yoğunluk/yorgunlukları arkadaş ortamında sohbetler ile geride bırakılır.

Cumartesi günleri ise sokaklar hareketli olur. Özellikle de Paris, Lyon, Marsilya gibi büyük şehirlerde başlayan sokak eylemleri gece yarılarına kadar devam eder. Özellikle Paris'te yaşananlar günboyu televizyon ekranlarında, sosyal medyada, haber sitelerinde kendisine yer bulur.

Son dönemde sokakları hareketlendiren en anlamlı sloganlardan birisi “Cette loi ne passera pas! / Bu yasa geçmeyecek!” idi. Ve öyle de oldu. O yasa geçmedi.

En sondan başlayarak Rana Gürbüz ile konuşacağız bunları. Rana da, Türkiye’deki baskıcı politik sistemin yaşandığı kentler/sokaklardan, çalıştığı üniversiteden uzaklaştırılan yüzlerce bilim insanından birisi. Ama her şeyden önce verili kapitalist sisteme; bu sistemin açığa çıkardığı savaş/şiddet ve ekolojik yıkım politikalarına karşı sesi, sözü ve de eylemi ile Rana yaklaşık 4 yıldır Fransa’da yaşıyor…

Dediğim gibi sondan başlayacağız. Rana, Fransa’da neler oluyor? Özellikle son dönemdeki eylemlere de baktığında, olan bitenleri nasıl görüyor, nasıl değerlendiriyorsun?

Böyle bir sohbet şansı için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Üç yıldan fazla süredir Fransa'da yaşayan, gözlem yapan, hayata katılan birisi olarak gözlemlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı kısaca paylaşmaya çalışacağım.

Fransa'da bugün neler olduğunu anlamak için, bir yandan özellikle pandemi döneminde daha fazla yaygınlaşan işsizlik ve yoksulluk koşullarından, diğer yandan hükümetin sosyal haklar ve özgürlüklere yönelik giderek artan saldırıları ile eşzamanlı yükselen ırkçı polis şiddeti ve söylemlerin gençler, işçiler, işsizler, yoksullar, göçmenler başta olmak üzere geniş kitleler üzerinde yarattığı endişe, huzursuzluk, güvensizlik ve mutsuzluktan söz etmek gerekir. Ve elbette ki, giderek yoğunlaşan bu baskı ve eşitsizlik ortamında, bu geniş toplumsal kesimler tarafından büyütülen bir direniş ve özellikle geleceklerinden endişe eden gençlerin öfke ve başkaldırısından!..

Evet neredeyse 4 yıl olacak, sokaklardaki bu öfkeyi birlikte izliyor, gözlemliyor, zaman zaman bizler de bu öfkenin/sokakların bir parçası oluyoruz.

Sondan başlarsak; 28 Kasım, 5 Aralık ve 12 Aralık eylemlilikleri ile Fransa ve Paris'te on binlerce insan, özgürlükleri ve hakları için sokaklara çıktı. Öğrenciler, işçiler, gazeteciler, sol ve sosyalist parti ve örgütler; hükümetin haklar ve özgürlükler karşıtı politikalarından rahatsız olan tüm kesimler, son günlerin temel gündemi olan 'genel güvenlik yasa'sının geri çekilmesi talebi ile yürüdü. Bu eylemlerin her biri, fazlasıyla hareketli, sert ve çatışmalı geçti.

İnsanların evlerine hapsoldukları koşullarda meclise getirilerek bir anda gündeme düşen ve kitleleri ayağa kaldıran bu 'genel güvenlik yasası', temel olarak, eylemlerde güvenlik kuvvetlerinin görüntülerinin alınmasını yasaklayarak polis şiddetini gizlemeyi ve güvence altına almayı amaçlayan, basın mensuplarının haber yapma ve halkın haber alma özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelen; ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünü ortadan kaldıracak düzenlemeleri içermesinin yanı sıra polisin görev dışında silah taşımasının mümkün kılınması, eylemlerde izleme, fişleme, kontrol ve aramalarını yaygınlaştırmak, belediyeler bünyesinde gösterilere müdahale için özel birlikler kurmak gibi kitle takip araçlarının oluşturulmasını içeren bir yasa.

“MİCHEL, BU GÖRÜNTÜLER OLMASAYDI ÖMRÜNÜN GERİ KALANINI HAPİSHANEDE GEÇİRECEKTİ”

Hükümetin bu yasaya karşı oluşan tepkileri yumuşatmak için zaman zaman uzlaşı arayan bir dil ortaya koymasına rağmen, sanırım insanlar buna ikna olmuyor, bu yasanın geçmesi halinde devamının daha da kötü geleceğini biliyorlar.

Kesinlikle haklısın. Bu yasaya karşı gerçekleştirilen eylemlere, pandemi koşullarında, Fransa genelinde yüz binlerce, Paris'te on binlerce kişi ile, inanılmaz bir kitlenin sokağa çıkarak tepki vermesinde, bu tepkinin bu denli güçlü olmasında, o günlerde gündeme damgasını vuran ve arka arkaya yaşanan ırkçı polis şiddetinin payı da önemli. Örneğin, bu eylemliliklerden en güçlüsü olan 28 Kasım eyleminden bir gün önce (27 Kasım günü), sosyal medya başta olmak üzere tüm medyada, 3 polisin, 'pis zenci', 'seni parçalayacağız' diyerek, siyahi müzik yapımcısı Michel'i, işyerinde yaklaşık yirmi dakika boyunca darp ettiğini izliyoruz. Michel'in yaşadığı ırkçı polis şiddetini, işyerinin güvenlik kameraları sayesinde öğreniyoruz. Polis tarafından 'silahlarını almaya çalışmakla' suçlanan Michel, bu görüntüler olmasaydı ömrünün geri kalanını hapishanede geçirecekti. Yine, bu olaydan bir hafta kadar önce, Kasım soğuğunda, Paris'te, kendilerine sadece bir çatı arayan göçmenlerin kaldığı yaklaşık beş yüz çadırlık kampın, polis tarafından iki dakika içinde saldırgan bir öfke ve nefretle nasıl dağıtıldığından ve bu sırada uygulanan ırkçı şiddet görüntülerinden, Fransızca ya da İngilizce bilmeyen genç bir göçmenin telefon kayıtları sayesinde haberdar oluyoruz.

“FRANSA ADETA KENDİSİNİ İNKAR EDİYOR”

Bu örnekler bize neyi gösteriyor Rana? Hani uzaktan kurulan ‘İnsan Hakları Ülkesi Fransa’ gibi bir imaj varken, bu anlattıkların bambaşka bir durumun varlığını gösteriyor bize.

Evet, ne yazık ki bunlar, özgürlükler, eşitlikler ve kardeşlikler ülkesinde yaşanıyor. Fransa adeta kendisini inkar ediyor. Bu örnekler, Fransa'da son dönemde artan polis şiddetini, bu şiddetin ırkçı boyutunu kanıtlayan, bize ulaşabilen örneklerden sadece bazıları. 'Genel güvenlik yasası' ile yapılmak istenen ise, bu örneklerde gördüğümüz polis şiddetinin üstünün örtülerek gizlenmesi, polisin 'hareket' alanının daha fazla genişletilmesi. Her ne kadar Macron, yasaya karşı getirilen eleştirilere, 'Burada özgürlükleri sınırlamıyoruz, burası Macaristan ya da Türkiye değil" diye cevap verse de, Fransa gibi, kendisini insan hakları ülkesi ilan etmiş olan bir ülkede, tüm bu gelişmeler, hukukun hızla ortadan kalktığı bir polis devleti haline dönüşen Erdoğan Türkiye'sini yaşamış biri olarak bana ürkütücü şekilde tanıdık geliyor.

Eylemler sırasında çok hızlı bir şekilde hem gazeteciler ve hem de eylemciler tarafından polis şiddetini belgeleyen videolar yayınlanıyor, fotoğraflar paylaşılıyor ve bunlar sanırım ciddi bir etki yaratıyor.

Evet, polis şiddetinin bu şekilde belgelenmesi ve gözler önüne serilmesi, senin de daha önce söylediğin gibi, bugün olanlara izin verdiklerinde yarın çok daha büyük bir baskı ve adaletsizlik ile karşılaşacaklarının bilincinde olan kitleler üzerinde, güçlü bir karşı duruş ve isyanla somutlaşan bir etki yaratıyor. Diğer cephede ise, bu karşı duruş ve isyanı bastırmak, kitleleri susturmak ve sindirmek birincil hedef haline geliyor. Böyle olduğu için de, bu yasaya karşı gerçekleştirilen eylemliliklerde de yine ürkütücü bir polis şiddeti ile karşılaşıyoruz. Örneğin, bu eylemliliklerden en kalabalık ve güçlü geçen 28 Kasım eylemlerine damgasını vuran, gazeteci kimliği açıkça görünür olan bir foto muhabirinin polis tarafından darp edilmiş görüntüleri, yoğun biber gazı ve cop kullanımı ile polisin uyguladığı aşırı şiddet görüntüleri oldu. Bu eylemde, adeta otoriter ve baskıcı yönetimlerde olduğu gibi, insanlara, özgürlüklerini korumaya yönelik en ufak çabalarının nasıl yoğun bir şiddet ile bastırılacağı kanıtlanıyor, gözdağı veriliyordu.

Yine de hükümet, tüm bu polis şiddeti ve yükselen tepkiler üzerine yasanın en tartışmalı maddesinin yeniden yazılacağını söyleyerek kitleleri sakinleştirmeye çalıştı. Buna karşın yasanın tamamen ve koşulsuz geri çekilmesini talep eden kitleler 5 Aralık'ta 'haklar ve özgürlükler yürüyüşü' (marches des libertés et des justices) ile yine sokağa çıktı. 28 Kasım eylemlerinde karşılaşılan aşırı polis şiddeti, 5 Aralık eylemlerinin çok daha sert ve çatışmalı geçmesine neden oldu. Bu eylemlere damgasını vuran ise, Paris'in merkezinde yaşanan çatışmalar, yanan araba ve motorlar, camları kırılmış banka şubeleri, süpermarket ve işyerleri, alevlerin dumanından, gaz bombalarından göz gözü görmeyen sokaklarda, 'yaşamaya evet, hayatta kalmaya hayır' (vivre oui! survivre non!), 'küresel güvenlik, genel ayaklanma' (sécurité globale, révolte générale) vb. pankartları ile 'black block' oldu ve bu yaşananlar tüm hafta boyunca en önemli gündem maddeleri arasında yer aldı. Polisin, 'örgütlü, öngörülemez, tanımlanamaz' ilan ettiği ve 'kırıcılar' olarak adlandırdığı 400-500 eylemci. Ertesi hafta, 12 Aralık’ta, 'black block' bitirilirse tüm sorunlar çözülür bakış açısıyla polis şiddeti arttı, eylemciler arasından lider ve 'aşırı' olduğu düşünülen hedeflerin, mümkün olduğunca çok ve hızlı etkisiz hale getirilmesine yönelindi.

Bahsettiğin gibi, Fransa'da hükümetin sosyal haklara ve özgürlüklere yönelik saldırılarının arttığı bir dönem. Fransa ve Paris sokakları ise hep hareketli, hep bir karşı duruş, bir direniş var. Sarı Yelekliler eylemlerinin ise ikinci yıldönümü. Paris'te, hayatın içinden biri olarak eylemlere, bu hareketliliğe baktığında, nedenleri ve sonuçları ile neler düşünüyor, neler görüyorsun?

Fransa'nın, özellikle Paris'in toplumsal hareketler açısından özel bir yeri var. En ufak bir hak gaspına karşı geniş toplumsal kesimlerin, işçilerin, işsizlerin, öğrencilerin birlikte hareket ettiğini, mücadele ve direniş gösterdiğini görüyoruz. Örneğin öğrenciler, sosyal güvenlik ya da çalışma yaşamı ile ilgili bir düzenlemeye karşı da, öğrencilik haklarına olan bir saldırıya olduğu kadar güçlü bir karşı koyuş sergiliyor, mücadelede yerlerini alıyorlar. Bu tür düzenlemelerin kendilerini, geleceklerini hedeflediğinin bilincindeler, şimdiden sınıfsal konumlarının farkındalar. Farklı toplumsal kesimden insanlar, hakları ve özgürlükleri için birlikte bir direnişi örgütlüyor ve örgütlü olmanın öneminin farkındalar. Sarı Yelekliler eylemleri de bunu açık biçimde gösterdi. Tüm toplumsal kesimlerden insanlar sosyal güvenlik reformuna karşı, hakları için iki yıl boyunca birlikte bir mücadeleyi sürdürdü. Üstelik bu mücadeleyi verenler yalnızca sadece sol muhalifler değil, muhafazakar kesimden en sol kesimlere kadar pek çok insan ortak bir mücadeleyi birlikte büyüttüler. Yine hem son haftalarda gerçekleşen eylemlerde, hem de Sarı Yelekliler eylemlerine baktığımızda, kitlelerin hak ve özgürlük mücadelesi yükseldikçe, bu mücadeleyi bastırmaya, sindirmeye yönelik yoğunlaşan devlet müdahalesi ve polis şiddetine karşın insanların kolay kolay yılgınlığa uğrayarak geri çekilmediğini, daha güçlü bir direniş sergilemeye yöneldiklerini görüyoruz. Bu anlamda, Fransa'da, örgütlü güç ve ortak mücadeleyle büyüyen güçlü bir toplumsal muhalefet olduğunu ve bunun oldukça umut verici olduğunu düşünüyorum.

Büyük eylemlerin genelde başlama ve de toplanma alanı olanı République meydanına yakın sayılabilecek, bir o kadar da banliyö olarak ifade edilen Montreuil’e yakın bir mahallede yaşıyorsun. Sokağa çıkıp da Republique meydanına doğru yürüdüğünde neler görür ve neler düşünürsün? Genel olarak Paris’in banliyölerine baktığında ne görüyorsun? Sınıfsal, etnik, yoksulluk, yoksunluk, işsizlik, umut, umutsuzluk vb., gözüne belirgin olarak çarpan nedir?

Montreuil-République hattında en az iki ayrı Paris görüyorum. Bir yanda yoksulluğun, adaletsizliğin, eşitsizliğin, kaygının, geleceğe dair belirsizliğin, hayata tutunmaya çalışanların, ayrımcılığı hayatlarının her alanında hissedenlerin, 'öteki'lerin Paris'i. Diğer yanda zenginliğin, ayrıcalığın, rahatlığın Paris'i. Bu eşitsizliği, çalışılan işten yaşanan konuta, giyim, beslenme, yaşam tarzına kadar gündelik hayatta her yerde görebiliyoruz.

Söylediğin gibi Montreuil bir yandan Paris il sınırlarının dışında kaldığı için banliyö olarak ifade edilen ve göçmen nüfusun önem ve çeşitlilik gösterdiği bir bölge; sayımlara göre burada yaklaşık doksan ayrı ülkeden insan yaşıyor. Nüfusun yaklaşık üçte bir ile önemli bir kesimi sosyal konutlarda yaşıyor. Bununla birlikte, çok eski bir tarihi olan bu yerleşim yerinde 1980'lerin başında işçiler, esnaf ve zanaatkarların önem gösterdiği, bu tarihten sonra ise yapımcı, senarist, yönetmen gibi entelektüel kesimden insanların da giderek artan ölçüde tercih ettiği, yerleşim gösterdiği biliniyor. Konut fiyatlarının akıl almaz seviyelerde olduğu Paris'e yakınlığı, kendi içindeki sosyal hareketliliği ve dinamizmi, Montreuil'i avantajlı ve tercih edilir kılıyor. Hatta bu nedenle son yıllarda burjuva-bohem (bobo) olarak tanımlanan bir bölge.

Montreuil’i, Paris'i ve de genel olarak Fransa’da yaşanan sosyal ve ekonomik anlamda yaşanan çatışmaları anlamamız açısından pilot bir bölge olarak düşünmemiz mümkün mü? Pazarları, sokakları, iş yerleri, ara ara ‘d'autres lieux’ diyebileceğimiz alternatif mekanları ile bir laboratuvar olabilir mi?

Evet, kesinlikle bir laboratuvar olarak düşünebiliriz. Sosyal bilimciler için inanılmaz önemli araştırma alanı. Hatta sıradan insanlar için bile. Görebilen herkes için oldukça anlamlı bir alan. Montreuil'in bu açıdan önemini, özellikle bu sosyo-ekonomik çeşitlilik nedeniyle, daha önce belirttiğim gibi sokağa çıkıldığı anda görmek mümkün. Burada, örneğin Paris'in özellikle belirli bölgelerinde gördüğümüz aşırı lüks ve zenginliği görmüyor olsak da, aynı sokakta, aynı mahallede ne çok eşitsizlik olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Bahçeli ve geniş evlerin olduğu sakin sokaklardan geçip pazar yerine ulaşana kadar örneğin, giderek daha fazla dikkat çeken şey yoksulluk oluyor. Bu yoksulluğu alışveriş yaptığımız pazardan markete, mağazalara, yürüyüş yaptığımız parklardan sokaklara kadar her yerde, işsizler, işçiler, öğrencilere kadar çeşitli kesimlerde görebiliyoruz. République yönüne doğru yürüdüğünüzde ise, Banliyö sınırına gelene kadar, özellikle o sınırda, havanın kararmaya başladığı saatlerde kurulan ikinci el veya çalıntı eşya pazarlarında, bu yoksul pazarlarında yoğunlaşan bir yoksulluk sizi çarpıyor. Buradan Paris'e doğru devam ettiğimizde bu yoğunluk azalıyor olmakla birlikte, her adımda yoksulluğu görmeye devam ediyoruz. Paris'in batısına göre daha az lüks ve zenginliğin olduğunu söyleyebileceğimiz doğusunda olmamıza karşın, bir yanda zenginlik ve refah içinde yaşayan, geleceği ve hayatı garanti altında, hayata sıkı sıkı tutunmuş bir kitleye karşın, ikinci el eşya pazarlarından ihtiyaçlarını karşılamaya ya da oradan elde edeceği birkaç euro ile kirasını ödemeye çalışarak hayata tutunmaya çalışan ya da artık tutunamamış geniş bir yoksullar kitlesinin varlığı, toplumsal eşitsizliğin ne denli şiddetli olduğunu düşündürüyor.

Paris denildiğinde hemen akla gelen banliyöler oluyor elbette. Zaman zaman bu banliyölerden başlayan eylem/isyan dalgası bütün Paris ve hatta Fransa’nın geneline de yayılabiliyor. Banliyöler hakkında daha başka neler söylemek istersin?

Paris'in banliyöleri denildiğinde, göçmen nüfusun yoğun yerleşim göstermiş olduğu, özellikle kuzeydeki banliyölerden, Montreuil'in de içinde bulunduğu Seine-Saint-Denis bölgesinden (9-3) ve daha ziyade, bu bölgenin kuzeyi ve ortasından bahsediyoruz demektir. Güney'deki, şık banliyölerden değil. Son on yıllardır giderek artan nüfus yoğunluğu ile, bir buçuk milyondan fazla insanın yaşadığı Seine-Saint-Denis bölgesi, göçmen nüfusun yaklaşık üçte bir ile (2015 yılında %30) Fransa genelinde en yoğun olduğu bölge. Bu konuda yeterli veri olmamasına karşın 2008 yılında yapılan bir anket, bu bölgede yaşayan nüfusun yaklaşık dörtte üçünün göçle doğrudan bir ilişkisi olduğunu gösteriyor. Yine, doğum oranlarının, çok çocuklu ailelerin oranının, göçmen nüfus içinde gençlerin oranının en yüksek olduğu bölgelerden biri.

Buranın, yoksulluğun ve işsizliğin de en yaygın olduğu bölge olması şaşırtıcı olmayacaktır. Bu bölge insanları açısından sosyo-ekonomik kırılganlığın yüksek ve güvencesizliğin yaygın olduğu çeşitli raporlarda sıklıkla vurgulanan bir gerçeklik. Çalışanların yaklaşık dörtte bir (2015 yılında %22) ile geniş bir kesimini işçiler oluşturuyor. İşsizlik oranının son yirmi yıldır artış eğilimi gösterdiği ve 2019 yılında yüzde 11'i geçtiği bölge, işsizliğin tüm Fransa'da en yaygın olduğu on bölgeden biri. İşsizlik genç mezunlar arasında daha yaygın. Yine yoksulluk oranının (2017 yılında % 27,9) tüm Fransa'da en yaygın olduğu bölge burası; buradaki yoksulların oranı, tüm Fransa genelinin iki katı kadar!..

Tüm bunları pandemi döneminde daha fazla yaygınlaşan işsizlik ve yoksullukla, artan eşitsizliklerle birlikte düşündüğümüzde, ki pandemi döneminde Fransa'da artan yoksulluktan en çok etkilenen bölgenin yine burası olduğu çeşitli raporlarda vurgulanmakta, banliyölerdeki yaşamı, gerçekliği, umudu, umutsuzluğu, huzursuzluğu, güvensizliği, buralarda biriken öfkeyi ve öfke patlamalarını daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Fransa’ya gelirken aklında nasıl bir Fransa vardı? Fransa’da yaşamaya başlaman Macron’un iktidar olduğu zamana denk geliyor. Geçirdiğin bu zaman diliminden sonra şimdi neler düşünüyorsun? Kendi yaşam deneyimlerinden hareketle neler söyleyebilirsin?

Fransa, özellikle Paris herkes için ve her zaman çekici bir yer olmuştur. Fransa, en başta bahsettiğimiz gibi, bir insan hakları diyarı olarak düşünülür genelde. Resmi temel sloganın "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" olduğu bir ülkede, insan elbette biraz umutlanıyor. Bu umudunu da uzunca bir süre devam ettiriyor aslında...

Söylediğin gibi, burada yaşadığım dönem, Macron'un politikalarını hayata geçirmeye çalıştığı bir dönem. Sosyal güvenlik sisteminden yükseköğretim sistemine pek çok alana yayılan reform ve düzenlemelerle, öğrencilerin, işçilerin, emeklilerin, en üstteki ayrıcalıklı sınıf hariç, tüm toplumsal kesimlerin haklarına yoğun bir saldırının olduğu bir dönem. Öyle ya, Macron'un 'zenginlerin cumhurbaşkanı' olarak tanımlanması boşuna değil!

Göçmenlere karşı yaklaşımın, bizzat Cumhurbaşkanı Macron'un, "tehlike geçtiğinde evlerinize döneceksiniz" şeklindeki göçmen karşıtı sözlerinde özetlendiği ya da yabancı öğrenci harç ücretlerini on katına çıkarmaya ve bu sayede yabancılara, göçmenlere üniversite kapılarını kapatmaya yönelik düzenlemeleri hayata geçirdiği bir dönem. Fransa, göçmen nüfusun yoğun olduğu bir ülke olmasına karşın, özellikle son dönemde göçmenler konusunda oldukça çok daha seçici ve ayrımcı bir politika benimsendiğini, ülkeye girişlerin ve ülkede kalışların sınırlı tutulmaya çalışıldığını biliyoruz. İşsizlik oranının hali hazırda diğer Avrupa ülkelerinin pek çoğuna göre oldukça yüksek olduğu ve göçmenler açısından bu oranın çok daha yüksek olduğu Fransa'nın, bugün artık özellikle düşük eğitimli işgücüne ihtiyaç duymaması, bu konuda oldukça 'seçici' ve ayrımcı davranmasına neden oluyor.

Yeni gelenler açısından ise oldukça ağır ve hantal işleyen bir bürokrasinin varlığı ile birlikte uzun süreye yayılan bir belirsizlik, ki bu sadece sığınmacı adayları açısından değil, öğrenciler, araştırmacılar, burada turist olmanın ötesinde bir nedenle bir varlık göstermeye çalışan, bürokrasiye temas eden herkes açısından geçerli, sanırım en çok şaşırdığımız, yorulduğumuz ve hayal kırıklığına uğradığımız alan. Dili, işleyişi, sosyal kodları henüz tanımadığınız bu ilk dönemlerde, Fransızca konuşmadığınız sürece hiçbir resmi işleminizi yapmanızın mümkün olmadığı bir ortamda, bir yandan dil öğrenmeye ve hayatınızı düzene sokmaya çalışmak, diğer yandan ağır ve zor bir bürokrasi ile mücadele etmek yıldırıcı olabiliyor. Zaten bir çeşit yıldırma politikası uygulanan, bir çeşit meydan okuma. 'Burada hayat sizler için hiç de kolay değil!' mesajı verilen.

Yine, son dönemde ortaya çıkıp ırkçı söylemleri ile dikkat çeken Marine Le Pen ve kimi politikacıların göçmen karşıtı söylemleri, daha önce konuştuğumuz polis şiddetinin ırkçı boyutu ya da gündelik hayatta ten rengi, isim ya da etnik köken nedeniyle karşılaşılan kimi davranışlar, yaşanılan kimi durumlar, göçmenlerde yarattığı huzursuzluk ve geniş bir alana yayılan bir belirsizlikle birlikte bir güvensizliğe ve kopuşa neden oluyor diye düşünüyorum.

Covid – 19 ile distopya olabilecek bir hayat gündelik hayatlarımızın bir parçası haline geldi. Bütün bu süreci Paris’de deneyimledin, bu süreç sende neler biriktirdi, neler paylaşmak istersin?

Evet, 2020 pandemi yılı oldu ve bu süreci Fransa'da deneyimliyoruz. Yaklaşık bir yıldır devam eden karantina koşulları pek çoğumuzu olduğu gibi, benim hayatımı da pek çok açıdan olumsuz etkiledi. Genel olarak yalnız çalışan bir insan olarak, sosyal izolasyon koşulları nedeniyle büyük bir zorluk hissetmemiş olsam da, hayatın kimi alanlarda durmuş, kimi alanlarda aksamış ve yavaşlamış olması ve ortaya çıkan belirsizlik koşullarının, geleceğe dair tedirginlik ve güvensizlik yarattığını söyleyebilirim. Pandemi döneminde yaygınlaşan işsizlik ve yoksulluk koşulları, sosyal eşitsizliklerin artışı, benim gibi 'güvencesiz'ler ve 'yabancı'lar açısından ayrıca tedirginlik yaratıcı.

Fransa'da, hemen her yerde olduğu gibi, karantina koşullarında önem kazanan uzaktan çalışmaya karşın, bunun mümkün olmadığı sektör ve işlerde ortaya çıkan iş kayıpları, işlerine gidip gelmeye devam edenlerin ise daha ziyade yüksek nüfus yoğunluklu, yoksul mahallelerde yaşayan işçiler olması, hem işsizlik artışı hem de hastalığa yakalanma açısından, pandemi döneminin işçiler, güvencesizler ve yoksulları daha fazla etkilemesine neden oldu. Pandemi döneminde hayatını kaybedenlerin orijinine bakıldığında göçmenlerde ölüm oranının daha yüksek olduğunu, bu dönemde artan yoksulluktan en çok etkilenen bölge olan, biraz önce konuştuğumuz Seine-Saint-Denis bölgesinin, en yüksek ölüm oranına sahip bölge olduğunu görüyoruz. Yine, çoğunluğu çok çocuklu göçmen ailelerin, karantina koşullarını fiziksel ve psikolojik olarak sağlıklı atlatacak yeterli yaşam alanı ve olanaklarını sağlamaktan yoksun, küçük evlerde yaşamaya çalışmaları, kadınların ev içi emek yükündeki artış ve yoğunlaşma, artan aile içi şiddet, artan eşitsizliklerin bir başka boyutu.

Son sözlerin neler olabilir bütün bu denklem içinde.

Fransa'da, özgürlüklerin baskı altına alınmaya çalışıldığı, sosyal haklara yönelik saldırıların yoğunlaştığı bu son dönemin, özellikle kovid krizi ile birlikte, sınıfsal, etnik, toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerin de arttığı ve bu eşitsizliklere dayalı çelişkilerin daha görünür hale geldiği bir dönem olduğunu görüyoruz. Bu süreçten en büyük zorluklarla ve zararla geçmeye çalışanlar ise göçmenler, işçiler, işsizler, yoksullar, gençler ve kadınlar. Bu anlamda, Fransa'da son dönemde olan bitenlerin, bizlerin de içinde bulunduğu geniş toplumsal kesimler üzerinde tedirginlik ve güvensizlik yaratıcı bir etkisi olduğunu, buna karşın, ortak ve güçlü bir toplumsal muhalefet ve karşı duruşla birlikte dayanışmanın varlığının umut verici olduğunu söyleyerek bitirebiliriz.

Ya umut!

Umut için eylemlerdeki bir döviz üzerindeki Viktor Hugo’nun sözü uygun olacaktır diye düşünüyorum: “Ceux qui vivent, ce sont ceux qui luttent! / Yaşayanlar kavga edenlerdir!”