Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra çeşitli kurumlarda yöneticilik yapan edebiyatın yanı sıra amatör olarak fotoğrafçılık ve müzikle de uğraşan Muazzez Uslu Avcı ile devrimci sanatın “durumu ve geleceği” üzerine konuştuk.

Mustafa GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

Muazzez USLU AVCI: İnsanın kendini objektif olarak anlatması ne zor. Biz kendimizi hangi yoldan tarif etsek de aslında çevremizin, ailemizin, mahallemizin okurlarımızın bizi nasıl görüp değerlendirdiği mühim. Çünkü huyumuz, suyumuz, karakterimiz eylediklerimize yansıyanlardır. Aileme göre deli dolu, tuttuğunu koparan biriyim, arkadaşlarıma göre samimiyim, devlete göre kinci ve düşmanlaştırıcıyım, kızıma göre arkadaş, sıcak, sevgi, eşime göre; heyecanlı, acemi, aceleci, becerikliyim, komşularıma göre; asosyal biriyim vs. Bunlar bizim çevreye yansımış, huy ve davranışlarımız. Bana göre insanın temel özelliği, etik ve vicdan omurgasından sapmamak, gerisi hal, hareket, huy... Kişide temel karakter sağlam olduktan sonra kısa sapmalar, küçük yalpalamalar, içine düştüğü buhranlar mühim değil derim. Edebiyatçı yanımız kamuoyunun beğenisi veya eleştirisine göre belirlenir. Ancak bizim kültürde eleştiri kültürü tam oturmadığı için yerini pek bulamaz. Ya eleştirmen eleştiriyi saldırganlık olarak kullanır, ya da eleştirilen eleştiriyi hakaret ve incitme olarak algılar. Yine de bir yazara kıymet verecek, ne ödül, ne dernek, ne sendikadır. Kamuoyunda nasıl konumlandığı önemli. Kendimi birkaç kelimeyle tanımlamak konusunda ne kadar objektif olabilirim ama en azından şu konuda kendimden eminim, eyvallahı olmayan biriyim, güdülme, aidiyet gibi şeyler boğar beni. Çevreden soyutlanmak anlamında değil ama yalnızlığı severim, çünkü yalnızlık benim için bir üretim alanıdır.

MG: Şairlerin geçmiş yaşantıları özellikle çocukluk çağları onların şiir yolculuğunda önemli yer tutar. Çocukluğunuzda yaşadıklarınız şiirine nasıl yansıdı. Sizi şiire yönlendiren ya da şiir yazmanızda etkili olan özel biri var mı?

MUA: Çocukluk insanın ilkel zamanıdır. Benim çocukluğum ayrıca feodal bir coğrafyada geçti. Tam da atın yerini traktörün, kara sabanın yerini daha gelişmiş makinelerin, harmanın yerini patoz aletinin aldığı zamanlardı. Üretim araçlarının gelişimini geç görmüş bir coğrafyaydı. Çocukluk ailenin, çevrenin ve kültürün elinde en kolay yoğrulan hamurdur. Bu hamurun yoğrulmasında verilecek şekle uyum sağlamak bir kader gibidir. Çünkü o kaderin belirleyicileri sizin dışınızdaki koşullardır. Bazen çocuğun karakter yapısı bu tür şekillenmelere direnebilir. Bu bende biraz daha baskındı, inatçı ve meraklı bir yapım vardı. Her şeyi sormak sorgulamak ve merak etmek gibi bir huyum vardı. İnsan kendi çocukluğunu çok objektif hatırlamayabilir. Çevrendeki insanların gözlemleri, anlatıları ile de biraz kendini hatırlarsın. Şiir konusuna gelince, yaşadığım coğrafyada mani, türkü ve ağıtlara aşina büyüdüm. Şiir yazmadım daha çok mani ve tekerleme yazmaya çalıştım. Beni şiire yönlendiren sıkışmış duygularımı yazıya dökmek gibi bir başlangıçtı. Bu duygularımı ise daha çok 18-20 yaşlarında patlatmaya başladım. Ancak o patlamış duygularımın yazıya dökülmesi de pek şiir sayılmazdı. Acemi ve sıradan şeylerdi. Şiirde etkilendiğim çok şair var. Genelde dünya şairlerinden gerçekçi olanlardan etkilendim.

MG: Çok yönlü bir sanatçısınız. Edebiyatın yanı sıra, fotoğrafçılık ve halk müziği ile de ilgileniyorsunuz. Sizi, sazın tınısı ile buluşturan kültürel iklim hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Halk kültürünün derinliği ile tanışan biri olarak saz çalmaya nasıl ve ne zaman başladınız?

MUA: Yukarıda da bahsettiğim gibi çocukluğumdan beri evde Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş bozlakları ve türküleri dinlenirdi. Annem her gün radyodan halk türküleri dinlerdi, onunla beraber ben de dinler ve ezberlemeye çalışırdım. Hatta çocukluğumda muziplik olsun diye Muharrem Ertaş'ın sesini taklit ederek bozlak söylemeye çalışırdım. Bunların yanı sıra babamın bize anlattığı hikâyelerde geçmişimizin müzikle ilgisi varmış. Dedemin babamın anlattığına göre; İran’dan göçerken bulunduğumuz Acem köyüne, çalgıcılar, âlimler, aşçılar olarak gelmiş üç grubun içinden biriymişiz. Babama kalsa bizim aile ''âlimler'' grubu içindeymiş ama biz çocukları âlim olmak gibi çabaları yokmuş ''çalgıcılığa'' heves edermişiz. Hâlbuki babamın kendi dedesi ud çalan bir adammış. Belki de genetik bir mirasın dürtüsüyle bağlama çalmaya çocukluğumda heves ettim ancak koşullar el vermedi. 18 yaşımda İstanbul'da kardeşimle beraber eskiden Belediye Konservatuarı olan ve şimdi Devlet Konservatuarı olan yerde sınava girdik, kazandım ancak bağlamamı kendim alacakmışım ve her gün omzumda getirip götürecekmişim. O zamanlar tıklım tıklım minibüslere biniyorduk ayrıca kızların sırtında bir müzik aletiyle dolaşması tuhaf karşılanırdı, ya da ben cesaret edemedim. Sonuç olarak konservatuara gitmedim. Ancak bağlama içimde hep bir aşk olarak kalmıştı. 17 yıl önce, yolda yürürken bir müzik aleti satan yere daldım ve bir bağlama satın almak istediğimi söyleyince, dükkân sahibi bağlama sahibi olmakla bağlama çalamayacağımı söyledi ve ders almamı önerdi ama kabul etmedim. O’na ‘'Aşık Veysel kör haliyle çalabilmişse ben de çalabilirim'' dedim. Sonra inatla çalmaya uğraştım ve kendi uğraşımla bir metot tutturdum o gün bugündür çalmaya çalışırım.

MG: Çocuk edebiyatı üzerine çalışmalarınız var. Yıllardır özellikle okullar üzerinden pazarlama teknikleriyle birçok niteliksiz eser öğrencilerle buluşturuluyor. Ülkemizde çocuk edebiyatı üzerine çalışmanın ya da üretmenin zorlukları nelerdir? Özel bir alan olan çocuk edebiyatıyla ilgili alandaki bu kötü gidişat nasıl tersine çevrilebilir?

MUA: Çocuk edebiyatı derin bir deniz. Ama kaos anlamında derin, hikaye anlamında sığ. Piyasada ''Çocuk saftır, anlamazdır, bolca resimle süsle üstüne ne yazarsan yutar'' gibi anlayış var sanırım. Hala bu iletişim çağında çocuklara mitik, gerçeküstü, kurgu hayal hikâyeler yazılır. Hayal dedim de, hayal güzeldir ama hayalin de çocuğa katkısı olmalı. Ayakları yere basmayan tuhaf yaratıkların yarı korkulu, yarı heyecanlı aksiyonlu, vurdulu, kırdılı, sihirli, büyülü kurguların çocuklara hayat içinde karşılığı olmayan sanrılı hikâyeler olarak anlatılması onun yaşamında nasıl bir yordam ve tecrübeye evirileceği sorunludur. Saman alevi gibi yanıp sönecek, eğlencelik, çocukların enerjisini tüketip oyalanacak bir etkinlik değil ki hikâye kitapları okumak. Onlar hayatın başlangıçları, en çok merak eden öğrenmeye iştahlı küçük insanlar.

Kapitalizm gerçekliği çarpıtmak için kültürel alanları da bir güzel avcunun içine alıyor. Gerçeklik kendi varlığına bir tehdit olduğu için post truth edebiyatın önünü açıp destekliyor. Onları çok satanlar olarak önünü açıyor, ödüllerle taçlandırıp içi boş eserleri yüceltip, reklamla, propagandayla onlara yönlendiriyor. Bu tuzağa düşmeyen insan çok az. Aileler bilgi birikim durumları ne kadar güçlüyse seçici oluyorlar. En azından kitapları çocukları oyalamak için değil, onlara hayata dair etki bırakacak, onları sorgulatacak şifrelerin olduğu kitapların peşine düşüyor.

Çocuk edebiyatı edebiyatın sorumluluğu en ağır olan kısmıdır. Kurgu ve dil çok sağlam olmalı, sağlam derken edebiyat yapmanın ötesinde çocuğu anlamak ve çocuğa yazıyla verimli dokunmak anlamında. Ben gerçekçi bir yazarım ama bunu eleştirmenler didaktik olarak yorumluyor. Ama gerçekliğin didaktik bir tarafı da var tabi. Yine de her hikâye kurgumda hiçbir çocuğa ''şunu yapmalısınız, bunu yapmamalısınız'' gibi yönlendirici etki yapmamaya çalışırım. Hikâyedeki kahramanların serüveni içinde olanları çocuk yakalayabilir zaten. Ormanlar kralı aslanın aslında kutsanmış bir mecburiyet olmadığını, basbayağı da ormanda tek hakim, astığı astık, kestiği kestik bir monarşik sistem olduğunu anlar. Ya da; bir çiçeğin kelebeğe benzemesindeki çabanın aslında kelebeklerin çiçeği kelebek zannederek kendine çekmesi ve daha fazla tozlaşma olanağı bularak türünün varlığını devam ettirme güdüsünün bir evrimsel hikâye olduğunu anlar.

''Gidişat nasıl tersine çevrilir?'' Sorunun cevabını ikimiz de biliyoruz aslında. Kapitalizmin her şeyi kâra endeksli, kârı için insanı, doğayı, dünyayı çarpıtma, bozma ve hasta etme mantığı var. Bizim derdimiz kapitalizme rağmen ve ona karşı var olma derdi. Gerçeklik kapitalizmin düşmanı bu yüzden bizim gibi yazarlar piyasada görünür olma sıkıntısı yaşıyor. Kapitalizm deyince sınırsız ve görünmeyen bir imge oluşuyor insanların kafasında ama bu eylemleri iktidar, şirketler, kurumlar aracılığıyla yapıyor. Ama bizim işimiz de kapitalizmin oyununu bozmak tabii. Bu gidişatı değiştirecek olanlar, bu oyunları bozmaya çalışanlar olacak diye düşünüyorum.

MG:Sosyal medya mecralarının yaygınlaşmasıyla artık düşünen üreten insanların düşüncelerini toplumla buluşturması kolaylaştı. Tabi bu kolaylık gibi görünen şeyler otoriter rejimlerde baskı anlamına geliyor aynı zamanda. Yine bu minvalde sosyal medya hesaplarınız üzerinden yaptığınız paylaşımlar yüzünden yargılanıyorsunuz. Bu oldukça sıkıntılı yargılanma süreçlerinizin son durum hakkında bilgi verebilir misiniz?

MUA: Evet, sosyal medya hem bilgi karmaşası, hem de bilgilenilecek objektif, sitelerin, sayfaların bulunabileceği bir mecra. Basın yayın organlarının engelli olduğu zamanlarda habere, bilgiye ulaşacağımız elimizde kalan yerler buralar oldu.

Bu konuda birçok muhalif insan sıkıntı yaşıyor. Çetin Altan'ın kitap ismiyle sanki ''büyük gözaltı''ndayız.

Bu gözlerin üzerimde dolaşmasından son derece rahatsızım tabi. Bu iktidar döneminde Samsun, İstanbul ve Elazığ olmak üzere üç kez gözaltına alındım. Otelden, havaalanından, sokaktan filan… Mahkemeye konu olan davalar epey var. Barış Akademisyenlerine imzacı olduğum için kitaplarımın 2 yıl okullara sokulmaması cezası almıştım. Diğerleri bazı yasaklı gazetelerde makale yazmak filandı.

Son gözaltı serüvenimi biliyorsunuz, twitter ve facebook paylaşımlarımdan ''halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçundan'' dava edilmişim. Elazığ'da çevrilip gözaltına alındım. Dava Ankara’dan açılmış, davamın Ankara'da görülmesine karar verilmiş. Mahkeme yerinin değiştirilmesi için telgraf çektim, İkametgâhım olan İstanbul'da mahkemem görülsün istedim. Bir ay sonra cevap geldi ''mahkemeniz Elazığ'da görülecek’ ‘diye. Şaşırmadım tabi ama inatla davamın ikametgâhımın olduğu yerde görülmesini istedim, nihayet “SEGBİS” üzerinden görülmesi onaylandı. İddianamede 3 yıldan başlayan hapis cezası isteniyor. Bakalım kasımın ilk günü mahkemeden ne çıkacak, ben de merakla bekliyorum.

MG: Bir şiirinizde” benim kuşağım 78’di/ öyle bir kuşaktık ki/gökkuşağı kıskanırdı bizi” diyorsunuz.78 kuşağının zorlukları en önde göğüslemek zorunda kaldığını yaşadıklarımızdan biliyoruz. Kuşağınızın genç yaşta yaşadığı acıları edebiyat alanına yansıtabildiğini düşünüyor musunuz?

MUA: Benim kuşağım 12 Eylül Askeri diktatörlüğüne kadar paylaşımı, dostluğu, yoldaşlığı umudu ve mutluluğu yoğun yaşamış bir kuşaktır. Gerçi hastalıklı şeyler de olmuştur. Örgütlerin çoğalmasıyla aralarında çıkan fraksiyon çatışmaları, örgüt içi şiddet uygulamaları filan... Ancak ideolojik hareketlerde toplumun kültürün etkisinden azade olamadılar. Feodal düşüncelerden arınamadan, küçük burjuva kültürünü yaşayamadan sosyalizme atlamak istediler. Şiddet eğilimi, kadın meselesindeki çarpıklık bunlardan sıyrılamadan devrimci bir kalkışa soyundular. Kuşağımın ortak ve olumlu arzusu, sömürüsüz, sınıfsız başka bir dünyanın mümkün olabilirliğiydi. Ama bir deneyim başarısızlıkla bitti, yenildik. Final çok acılıydı. İşkencelerle, tutuklamalarla, idamlarla çok acımasızca çöktüler üstümüze. Çoğumuz bunlardan nasibimizi aldık. Kaçak yaşadık, sürgüne gittik, ekonomik sıkıntılar içinde kıvrandık. Ülke de 80 sonrası ağır bir buhrana girdi. İnsanların birbirine güveninin yittiği, herkesin birbirinden kaçtığı, geçim derdine düştüğü yıllardı. ''Benim Kuşağım 78'di'' acıdan çok biraz mutluluk ve dayanışmayı anlatan şiirdi, hatta ben ona hamasi şiirim bile derim. Toplu şiirlere koymadım. Kuşakdaşlarım alıp duvarlarına astılar o şiiri. Benim değil onların oldu. Aslında bu acılı dönemi daha iyi anlatan başka şiirlerim vardı.

Yaşanan acılar, edebiyat alanına yansıdı tabi, çok kişi şiir yazdı dönemle ilgili, bir kıvançtan öte daha çok ağlak ve özeleştiri gibi şiirlerdi. O dönemin şairleriyle pek bir araya gelmedim, çoğunu uzaktan tanıdım. Zaten çoğu da hapishanelerde şair oldu sanırım. Demek ki, dönem kendini hapishane ortamında daha iyi dile getirmiş. Çünkü dışarıda kalanların çoğu da, gizlenmek, yaşamda kalmak derdiyle boğuştu. Çoğu içeride ve dışarıda ailelerin desteğiyle ayakta kalabildi. Bizim kuşak kendilerini ailelerine karşı borçlu hissetti. Evlenip çoluk çocuğa karıştılar. Bir süre çocuklarına gelecek verme derdiyle boğuştular, çocukları büyüyünce de anne babaları yaşlandı onların bakımıyla uğraştılar... Yani edebiyat işi de biraz zaman ve rahatlık isteyen bir şey. İnsan güncel sıkıntılarla boğuşurken edebiyatı erteliyor hep. Belki bu yüzden çoğu yazar kırkından sonra kaleme sarılıyor.

MG: Şiir yarışmaları ve ödüller üzerinden sürekli gündemden düşmeyen tartışmalar yürütülüyor. Bir kısım sanatçı şiir yarışmalarını kökten reddediyor, bir kısımsa kural ve ilkelerinin iyi belirlenerek adam kayırmacılığın önüne geçilmesini yeterli görüyor. Bu bağlamda şiir yarışmaları ve ödüller konusundaki düşünceleriniz nedir?

MUA: Ödül müessesinin nasıl işlediğini biliyoruz. İlişki, yakınlık, maddi çıkar, kayırmacılık falan filan. Şaibesiz bir ödülün olduğuna inanmıyorum. Ben bu mecralara girmedim, önerileri de geri çevirdim. Şiirin bir ödüle ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Ödül iyi bir metnin kendisidir. Popüler kültürün yaratmak istediği geçici, saman alevi ÜN'lüler yaratmak için hazırlanan taraflı, kulisli ödül sektörlerinin bir eseri, bir yapıtı değerlendirebilecek yeterli deneyimi ve tarafsızlığının olduğuna kimse inanmıyor. Ve zaten beğeni bir azınlığa aittir. Nihayetinde her şair kendi şiirinin anlam kaynağıdır, her şiir ise okuyucunun...

Şiir genel bir beğeni sanatı değildir. Herkes aynı şeyi beğenmez. Ölmüş şairler, ozanlar adına yarışmalar düzenleniyor Ruhi Su, Cemal Süreya gibi... Belki Süreya ve Su yaşasa kendi adlarına ödül verilmiş şiirleri beğenmeyeceklerdi.

Ödül, kapitalizmin bir ürünü daha çok satmak için onu daha da görünür hale getirmesinden başka bir şey değil. Şiirin ödüle, övgüye ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum. Şiir, sadece bir peri dürtüsü, bir iç dökme kültürü olmadığı gibi, içinde bulunduğu toplumdan ve koşullardan bağımsız değildir.

Acımasızlığın, zorbalığın olduğu yerde, insanlığın azaldığı yerde şiir de kirlenir. Ancak şiiri kirden kurtaracak sadece şair değil, onurlu, duyan, vicdanlı gerekirse doğa ve insan adına kavgaya girebilen şairler şiiri kirden koruyabilir. Savaşın olduğu yerde, çocukların kirletildiği bir toplumda şiir yazarken, görmezden gelen ve suya sabuna dokunmadan şiirler yazanların kaleminden akan şiir değil, olsa olsa kendi iç kuyusundan çamurlu su çekmektir.

Kısacası: Ne jüri ile ne ödülle işim olmadı ama tek bir jüride görev almak isterim. ''Ödün'' vermeyenlere ödül verme jürisinde...

MG: Son günlerde gündemden düşmeyen bir tartışmaya sözü getirmek istiyorum. Çünkü uzun zamandır “Türkçe Edebiyat” ve ” Türk Edebiyatı” üzerinden çok hararetli bir tartışma yürütülüyor. Bu konuya ilişkin düşünceleriniz nedir?

MUA: Dünya görüşüme bağlı olarak enternasyonalistim. Ulusların ortaya çıkışındaki emeli az çok bildiğimdendir ki, milliyetçilik, ulusalcılık kapitalizmin varlığının bekası için parsellenmiş mekânların sınırla çevrilmesinden başka bir şey değil. Buradan bakınca edebiyatın da ''milliyetçi, ulusalcı'' kalıplara sokulmasından alerji duyuyorum.

Tamam, anladık ki bu ulus icadı ile insanlar dilsel, kültürel aidiyetleri ve yerelliği kabul etmişler. O halde, Dünyadaki tüm uluslar edebiyat, şiir, sanat, felsefe alanında hem birbirinden etkilenmiş, hem de birbirinin içinden geçmiştir. Türkiye’de yaşayan birçok ünlü/ ünsüz şair, Fransız, Rus ve İngiliz edebiyatından ağzına kadar etkilenmişken, ''Türkçe Edebiyat mı?'' tartışması, olsa olsa sadece dilin üst başlığı altına hapsolur. Edebiyat, şiir, sanat hem yerel hem evrenseldir. Dünyada, yerel ve evrenselin birliğinden birçok eser çıkmamış mıdır, edebiyat/sanat dünyasında? Türkiye de kaç şair Baudelaire, Milton, Shakespeare, Firuğ'dan etkilenmemiştir? Kaç romancı Dostoyevski, Gogol, Balzac, Babel, Wolf’dan etkilenmemiştir. Ayrıca Türkçe Edebiyat arı mıdır? İçinde ne kadar Arapça, İngilizce Fransızca terim vardır? Kürtçe ‘de öyledir. Zira egemen dilin birçok kalıntısı vardır içinde. Türkçe ‘de egemen/sömürgen ulus dillerinin etkisinde kalmıştır. Sanatın, edebiyatın evrensel yanı ''...ce, ...ca'' başlığı altına sıkışamaz. Sıkışırsa sadece kendi bağında yetişen meyveyi tadar.

Diyelim ki, ''Türkçe Edebiyat'' peki bunu Türklük olarak algılayan bir kesim, farklı etnik yapıdan ve dinsel çevreden gelen edebiyatçılara getto muamelesi yapmış olamaz mı? Türkiye sınırları içinde ürün veren azınlık eserlerini görmemezlikten gelerek edebiyatımızda milliyetçi edebi kanonu oluşturmak gibi hevesleri olanlar hep vardı, hala da var.

Edebi metinler evrensel metinlerdir. İspanyol edebiyatı hem yereldir hem evrenseldir. Ve İspanya'nın faşist diktatörlüğü tarafından öldürülen devrimci, sanatçı. Lorca'nın şiirleri de evrenseldir. Evrensel olduğu için, Lorca'nın şiirleri Türkçeye veya başka dillere çevrilebilir/çevrildi de. Ama Lorca'nın şiirlerini Türkçe edebiyatıyla okuyup anlayabiliriz. Türkiye edebiyatıyla değil. Ayrıca, dil ve lehçe isimleri yapan, ''ce, ca'' yapım ekleriyle, soyutlamak üzerinden bir dile aidiyet vurgulamak isteniyorsa bunun altında bir bastırılmışlığın, dilin asimilasyonunu filan aramak gerekir. Çingenelerin Yoğun olduğu Grana'da bölgesinde büyüyen Lorca, eğer Çingene olsaydı, Çingene Edebiyatı mı denmeliydi? Denilebilirdi, aslında mahsuru da yok.

Tarihsel gerçekliğe baktığımızda ise, her dönemin, dilini, edebiyatını, sanatını, felsefesini döneme ait sistemlerin alt yapısı belirliyor. Dünyadaki uluslar, kapitalist sistemden azade olmadığına göre de belirleyici olan kapitalizm oluyor. Kültür, dil, edebiyat, sanat, felsefe, eğitim... Nihai olarak, kapitalizmde kültür, edebiyat, sanat, tam insanlığı kapsayan değil, taraflı, eksik, kirli ve tüketim pazarına uygun oluyor. Şimdi biz kavramlar içinde boğulurken, asıl olan insan ve vicdan dilini oluşturamamaktayız. Örneğin; ''insanca edebiyat, vicdanca edebiyat’ ‘gibi bir edebiyat alanı açamıyoruz. Çünkü içinde bulunduğumuz sistemlerinin koşullarından tamamen arınmış olarak düşünemiyor ve yazamıyoruz.

Burjuva dilinin kültürün ve emperyalist yayılmacılığın olduğu dünyada, dil, kimlik, cinsiyet, türcülük üzerinden, daha çok bütüncül bir yaklaşımdan çok parçaları üzerinden açılan çatışmalarla boğuşuyoruz. Bu, kavramları genişletmek mümkün. Sadece dil ve ulus aidiyeti üzerinden değil. Cinsiyet üzerinden de yapılmakta Şimdi bir de ''kadın edebiyatı, kadın dili'' gibi bir kavram üzerinden de tartışmalar olmakta. Sanki kadın erkeğe göre konumlandırılmış, sanki kadın ve erkek iki ayrı kalede oturmuş ve her an savaşmakta. Sanki kadın, tarihten, kültürden, toplumdan kopuk olarak var olmuş. Sanki ''kadın edebiyatı'' adı altında kadınlara bir kota verildiği için var olmuş, sanki kadın ve erkek ayrı dillerden konuşuyor. Sanki şair kadın veya şaire denilmese Ayşe şiir yazamayacak! Öyle ya, önce cinsiyetini belli etmeli, maazallah şiirin erkek mi kadın mı olduğunu nasıl anlayacağız? Virginia Woolf, Oda isimli kitabında '' Belki de katıksız erkek olan bir zihin yaratıcı olamaz, katıksız kadın olan bir zihin de, diye düşündüm. " Yani, kadın erkekten, erkek kadından soyut iki ayrı zihin değil. Ortak tarihin, ortak kültürün ortak insanın mirası. Ayrıca o dilleri kadın, anne önce yoğuruyor. Geldiğimiz şu çağda hala 200 yıl ötesinin kadın durumuyla kıyaslayamayız. Mitler, masallarla nesnel gerçeği yok sayamayız. Neden ''şair'' başlığı altında birleşemiyoruz? Bir başka toplumsal cinsiyetçilik de kadın ve erkek şair ayrımcılığı üzerinden olmakta, şiir yazan kadına ‘'şaire'' denilmesi gibi. Bu kavramların kasıtlı olarak kullanılması ancak cinsler ayrımını derinleştirir, kaynaştırmaz onarmaz. Tam da postmodernizmin istediği gibi; kavramlar üzerinden kavgaya tutuşmaktır yapmış olduğumuz.

''Türk Edebiyatı mı- Türkçe Edebiyat mı'' meselesine gelirsek. Türk edebiyatı desek alt segmentte ezilen halkaları rencide etmiş oluruz. Türkçe Edebiyat desek, yukarıda bahsettiğim gibi altı doldurulamayan bir kavram kargaşası yaşarız. Türkiye’nin çok kültürlü, çok dilli yapısı olduğunu bilerek de; gönül ister ki, herkes kendini hangi dile ait hissediyorsa öyle ifade edebilme/yazabilme, üretebilme özgürlüğü olsun. Ermenice yazan, yazar kendini ''Ermenice edebiyat''ı, Kürtçe yazan, '' Kürtçe Edebiyat''ı diye bilmeli. Bu coğrafya kavim kültürleriyle bezenmiş. Kültürler diller birbirinden etkilenmiş. Dört ülke içinde var olan Kürt halkı, çok zengin edebiyat ve şiir üretmiş. Eğer ''Türk Edebiyatı'' başlığı altında uzlaşacaksak ''Kürt Edebiyatını'' nereye koyacağız?

Ancak, her ezen ulusun, bir ezdiği ulus olduğu sürece Ezen ulusa ait Üst başlık altında geçen her kavram, ezilen ulusu yaralayacaktır. Ezen Ulus her kimse, Örneğin ''A” ülkesi Edebiyatı'' diyelim. ''B” halkının dilini '' görmezden geldiği ve asimile ettiği kuşkusundan kurtulamaz. Çünkü ''A “ülkesi, kendi egemen ulus dilini dayatmıştır. Ayrıca, bir ulus içinde heterojen dillerin üzerinde asimilasyon, kimlik baskıları uygulandığı sürece, egemen ulus adıyla çağrılan ''Türk edebiyatı, Fransız Edebiyatı, İspanya Edebiyatı'' gibi, ezen ulus adları, insan vicdanında sorunludur. Kimi ezilen ulusların, müstakil olma hakları olduğu halde başka bir ezen ulusun gölgesinde ezen ulusun edebiyatına dâhil olmak istemiyoruz, diyorlarsa istemiyorlardır. Bu talebe saygı duymak lazım. Ancak, ezilen ulus kendi ana dilinde özgür olduğunda diğer etnik azınlıklar da kendi anadillerinde eğitim yapabildiklerinde ve onların sözlü yazılı edebiyatları önündeki engel kalktığında ''Türk Edebiyatı'' kavramı meşru olur. Ama ne yazık ki, sadece Türkiye'de değil, dünyanın birçok yerinde edebiyat da hâkim ulus ismiyle anılıyor.

Son söz olarak, edebiyatın dâhil olduğu bir ulus ismiyle anılması gerekiyorsa, alt dilleri ezen yok sayan, asimile eden bir ulus edebiyatı değil; tam tersi, onların önünü açan, anadil varlığını kabul eden, demokrasi, adalet ve eşitlikle altı doldurulabilen bir ulusun üst başlığını kullanmak ancak insan vicdanında yer bulacaktır.

Ve bana göre, Türkçe Edebiyat- Türk Edebiyatı kavramı, sömürü ve faşizm ile mücadeleye katkı sağlayacak bir kavram değildir.

MG: “Toplumcu Gerçekçi Şiir” günümüzde toplumsal mücadelenin gerilemesiyle de görünür hale gelmekte zorlanıyor. Yayıncılık piyasasını sermaye gruplarının yönlendirdiği ve desteklediği iklimde kendine yeniden alan açmaya çalışan “Devrimci Gerçekçi Şiir” nasıl alternatif hale getirilebilir?

MUA: Toplumcu gerçekçilik, konjonktüre göre de tavır geliştiriyor. Kapitalizmin ilk dönemlerinde aklını okumak daha kolaydı. Ama şimdiki, yani içinde bulunduğumuz dönem çok manipülatif. Kafa karıştıran, meseleleri özünden saptıran bir algı haline geldi. İçinde yaşadığımız toplumda derin bir ezen ve ezilen çelişkisi var. Ama sınıf meselesinin milliyet, din meseleleriymiş gibi saptırılıyor. Ve bu hastalıklı inançlar sınıf meselesinin önüne geçiyor. İşçiler arasına din ve milliyetçilik gibi ayrımcılıklar giriyor, birincil sorunları olan sömürüyü kadere ilahi güce bağlıyorlar. Sadece işçi sınıfı değil, ezilenlerin çoğunluğu meseleyi kapitalizmin vahşetinden çok ilahi bir güce, kadere bağlıyor.

Şimdi bir toplumsalcı gerçekçi yazar nereden yaklaşmalı; sınıf meselesinden elbette. Ancak sosyalistlerin mücadele süreçlerinde en çok dile getirdikleri ''sınıf'' kavramı sanki çok kullanılmış, eskimiş ve yerini bulamamış gibi pek dikkate alınmıyor. Hatta bazı terimler ve sloganlar öyle çok kullanıldı ki, kulak alışkanlığı oldu. Zihin yerine bulmamış söylemleri ciddiye almıyor, siliyor, inkâr ediyor. Toplumsal gerçekçilerin yeni bir dil kurması gerekiyor belki; yeni bir dil derken, temel çelişkiden sapmadan eski argümanların, imgelerin, simgelerin kullanılmaktan yorulmuş dilin kendini yenilemesi gerekiyor. Toplumsal gerçekçiliğin hafızada bıraktığı, sloganik, ajitatif, hamasi söylemlerinin yerine daha dolaylı metaforik şeyler konulması gerekiyor. Marx sanatı koltuğun içindeki yaya benzetmiştir. Koltuğun Üstüne oturduğunda yayları hissetmemektir. Özellikle şiirde, sert ve sloganik söylemlerle batan çıplak yay değil, süngerle, kumaşla kaplanmış yayın vereceği rahatlıkla, estetik, incelikli bir his kültürü oluşturula bilmeli.

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

MUA: Kaotik, karamsar, umutsuz zamanlardan geçiyoruz. Bu durum toplumun, edebiyata sanata da ilgisini, hevesini kırıyor. Çünkü hayatta kalma öncelikleri kültürün sanatın önüne geçiyor. Ama sıçramalar, dönüşümler sancılıdır. Belki kaosun sonu olumluya evirilecek. Bu durumda politik olmamak lüksü yok kimsenin. Edebiyat, şiir, politik olana bulaşır, hatta devrimci sözdeyiş işlevini ve rolünü olumlu olarak üstlenen de yine edebiyattır. Edebiyat kurtarıcı değil ama dönüşüm sancılarının tetikleyicisi ve ayrıca merhemi de olabilir.

Özgeçmiş

Muazzez Uslu Avcı, Aksaray'da doğdu, İşletme Fakültesini bitirdi. Çeşitli kurumlarda yöneticilik yaptı. Amatör olarak müzikle uğraşıyor. Bir kız annesi, İstanbul'da yaşıyor.

Şiirleri, Almanca, Kürdçe ve Farsçaya çevirdi. Şiir ve yazıları çeşitli kitap ve antolojilerde yer aldı.

Şiirleri: Bahardandır, Üstüm Başım Tozpembe, Çiçeklere Gidelim (Komşu Yayınları 2011-2012-2013) İsyan Makamı, Xezel Bo Ye Gej, Sakla Beni Anne Favori Yayınları 2014-2016) Sus’un Gizi( Klaros 2018) Ve tüm kitaplarından olan şiir seçkisi ''Söz Düştü-Toplu Şiirler'' Öteki Yayınevinde basıldı.

Çocuk Kitapları: Aslan Kralın Sonu, Yaşamın Anlamını Arayan Çocuk (Har Yayınevi 2018) Kız İşi - Erkek İşi, Savaş Çok Acımasız, Böcek Cek Kelebek Bek ve Arı A'nın Maceraları, Bilgisayarda Kaybolan Arkadaş, (Öteki Yayınevi İst.: 2019.) Kendini Değiştiren Çiçek, Martı Balıkçı Dükkanı, Filozof Notalar, İşçi Arı Sarıkafa. (Hypatia yayınları 2020 İst.)

DENEME ve HiKAYELERİ: Dil Altından Notlar(deneme) ; İzan Yayıncılık, Ank: 2019 Kaburga Cadıları (kurgu) Diyalog'us (deneme) Hypatia Yayınları İst.

Çeşitli gazetelerde makaleler yazdı ve yazmakta ve halen yeni deneme ve şiir türü kitap dosyaları üzerinde çalışmaktadır.