Mehmet Zengül / Demokrat Haber

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, idam edilmelerinin üzerinden yarım asır geçmesine karşın yurdun değişik yerlerinde anılmaya devam ediyorlar. Denizler hakkında kitaplar yazıldı, belgeseller çekildi. Fakat bir çizgi roman henüz yoktu. Denizlerin katlinin 50. yıldönümünün hemen öncesinde, adeta bir resim sergisini andıran “1972-Meşaleyi Yakanların Öyküsü” adıyla bir çizgi roman yazıp çizen Ressam Burhan Kum ile görüştük…

20220414_123322

Denizler ve ’68 Türkiye’sine dair neden bir çizgi roman yapma ihtiyacı duydunuz?

Bundan birkaç yıl önce bir tanıdığımın kütüphanesinde Fransız basımı “Dünya’da ’68” adlı bir kitapla karşılaşmıştım. İçinde yüzlerce fotoğraf bulunan bu “tuğla” kalınlığındaki kitap, Fransa’da yaşanan grevlere, üniversite forumlarına ve sokak çatışmalarına oldukça geniş yer vermişti. Ardından Amerika’daki Vietnam savaşı karşıtı eylemler, Black Panther Partisi, İngiltere'deki protestolar ve hipp gençliği, Almanya’da RAF (Baader Meinhof), İtalya'da Kızıl Tugaylar, Küba ve Japonya üniversitelerindeki Yeni Sol hareketi kitapta ayrıntılı bir biçimde yer bulmuştu. Amsterdam’daki barış yanlılarının gerçekleştirdikleri “bisikletleri beyaza boyama’’ protestosu bile yer almıştı ancak kitapta Türkiye’de yaşananlara dair tek bir kelime edilmemesini çok garip bulduğumu ve acayip öfkelendiğimi hatırlıyorum.

2021 Şubatında çocuklarım ve arkadaşlarıyla gençlik yıllarım üzerine konuşurken Türkiye ’68 hareketi hakkında çok az şey bildiklerini şaşkınlıkla gözlemledim. Deniz Gezmiş’i, o da sadece adını, biliyorlar ama ne 6.Filo'nun denize dökülmesini, ne 15-16 Haziran işçi direnişini, ne toprak işgallerini, ne 12 Mart’ı, ne Nurhak’ı ne de Kızıldere’yi duymuşlar. Yüreğime resmen bir öküz oturdu.

Günümüz gençliğinin büyük bir bölümü o günlerin devrimci hareketi hakkında ne yazık ki çok bilgi sahibi değiller. Oysa dünya bütün bu yaşananları yok saysa da burada birçok insanın hayatını feda ettiğini, büyük fedakârlıklar gösterildiğini ve inanılmaz yiğitliklerle dolu mücadeleler verildiğini biliyoruz. Bu konuda Türkiye’de güçlü bir yazılı külliyatın olduğunu da kabul ediyorum. Ancak görsel dünyanın içine doğmuş günümüz gençliğinin okuma ile ilgili bir sorunu olduğu da bir gerçek. O halde 68’i bu gençlere anlatmanın bir yolu olmalı diye düşündüm.

Konuştuğum gençler de öğrenmeye çok açık oldukları halde cep telefonlarında üç satırdan fazla okuyamadıklarını, ancak görsel bilgiye daha sıcak baktıklarını söylediler. O anda bir sonraki yılın 2022 olduğunu fark ettim: Denizlerin idamının 50. yılı. Elli yıl öncesinin Türkiye gençliğinin meselelerini bugünün gençlerine anlatmanın bir yolu olmalıydı. Bu konuda Türkiye'de yayınlanmış birçok anı, roman, film ve belgesel vardı ama döneme dair bir çizgi roman henüz yapılmamıştı. Bu konuda Fransızlardan bir adım atmalarını beklemenin beyhude olacağını anlamış biri olarak taşın altına girmenin kaçınılmaz olduğunu kabullendim. Dediğim gibi Deniz Gezmiş'in adını biliyorlar ama meselesi neydi, gözünü kırpmadan neden ölüme gitti? Kızıldere’de insanlar neden kendilerini feda ettiler? Ya, gençler işte bunu bilmiyorlar. Bu gençlere nasıl ulaşabilirim diye düşünürken aklıma bir çizgi roman yapma fikri geldi. Fakat fazla vaktim yoktu. Evet, ilk olarak döneme ait bulabildiğim tüm kitapları yeniden okudum. Aydın Çubukçu, Mustafa Yalçıner, Tuncer Sümer ve Hacı Tonak’la görüştüm. Ardından araştırma yapmak ve fotoğraflar çekmek için Nurhak'a, ODTÜ’ye, İstanbul’a gittim. Yaz aylarında senaryosunu yazdım, storyboard’u çizdim, sonbahar ve kışın da çizdim boyadım. Tablet kullanmadım, her kare resim tamamen el emeğidir. İşte, şu bu derken Nisan başında Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı “1972-Meşaleyi Yakanların Öyküsü”.

Denizlerin, Mahirlerin, Sinanların hayatı o kadar yoğun ki, sanki son beş yıllarına elli yıllık bir hayatı sığdırmışlar gibi. Bunu yüz yirmi sayfada nasıl anlattınız?

Çok da zor olmadı çünkü ‘68’li gençlerin hayatlarını neresinden tutsanız bir öykü çıkıyor. Hapishaneden kaçıyorlar, adam kaçırıyorlar, banka soyuyorlar, gerilla savaşı için dağlara çıkıyorlar, Filistin’e gidip savaşıyorlar, ODTÜ'de ABD büyükelçisinin arabası yakıyorlar, köylü mitinglerine katılıyorlar. En önemlisi emperyalizme kafa tutuyorlar. Düşünün, Ortadoğu'yu kana bulayan İsrail’in Başkonsolosunu kaçırıyorlar ki, bunun dünya tarihinde eşi benzeri yok! Yani bu adamların hikâyeleri gerçek kahramanlık ve bu bir çizgi roman için ideal bir konu. Süpermen gibi, Batman gibi palavradan değil, gerçekten yaşanmış hikâyeler. İşin asıl garip yanı bu kişilerin yaşamlarının bugüne dek bir çizgi romanının yapılmamış olması. Hepimiz biliyoruz, anılar yazıldı, romanlar yazıldı, belgeseller çekildi, filmler yapıldı ama bu insanlar bir çizgi romanda da canlandırılmaya hak ediyorlar diye düşündüm.

1972-on-kapak-1648808767-1

Kitabın kapağından devam edelim isterseniz. Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in bir arada fotoğrafları var. Hatta bilinen değişik fotoğraflardan kolajlanan afiş olarak kullanılan Üç Fidan’ın dışında Deniz, Mahir ve İbo’nun bir arada olan afişleri var. Yine Sinan, Alpaslan ve Kadir’in afişleri biliniyor. Kapak resminde 6 Mayıs’ta idam edilen Üç Fidan’ın yanında Nurhak’ı temsilen Sinan, Kızıldere’yi temsilen de Mahir bulunuyor. Ne anlatıyor bu kapak?

Kitap 6 Mayıs 1972’ye kadar geçen son beş yılı anlatıyor. Benim çıkış noktam Denizlerin hikâyesi üzerinden biraz da THKO’nun ve THKP-C’nin hikâyesini anlatmaktı. THKO deyince başta Sinan’ı saymak zorundayız. Hem hareketin “hoca”sı, hem de idamları durdurmak için Nurhak’ta bir eylem hazırlığı var. Bunun yanı sıra Denizleri kurtarmak için Mahirlerin THKO ile birlikte gerçekleştirdikleri, Kızıldere’de son bulan, Ünye’den üç NATO istihbaratçısını kaçırma eylemi var.

Kaderleri dayanışma ve fedakârlıkla birbirlerine bağlı olan bu insanların hepsi bir şekilde öldürüldü. Onun için de kapakta böyle bir kompozisyonu tercih ettim. Mahir Kızıldere’de kendilerini kuşatanlara açıklıkla söylüyor zaten: “Biz buraya dönmek için değil, Denizler için ölmeye geldik”. Ben aslında bu kapakta Mahir’le Deniz’in açık bir kan bağı var diyorum.

Sayfa 85

Kitapta Hüseyin İnan’ın savunmasını yaptığı bölümdeki resme baktığımızda üç maymunu oynayan mahkeme heyetini ve tersten yazılmış Adalet Mülkün Temelidir yazısını görüyoruz. Neden böyle?

Bu resmi boyarken sevgili hocamız Halit Çelenk’in anılarından yararlandım. Anılarında Halit Çelenk: “Mahkeme daha başlamadan kararını vermişti” diyor. Yani bu üç devrimci genç 1960 darbesinden sonra gerçekleşen idamlara kısas olarak kurban seçiliyorlar. Üçe üçten maksat, Mendereslerin intikamını almak. Denizler mahkemede toplu bir savunma yapıyorlar. Ve bu savunmadan herkes bir bölümü okurken elinde tahta sandık fotoğraf makinesiyle bir asker içeri giriyor ve sadece Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un fotoğraflarını çekiyor. “Ben o zaman anladım üç kurbanın tespit edildiğini” diyor Çelenk. Zaten savcı on üç idam istemesine rağmen yalnızca fotoğrafı çekilen üç gencin idamı infaz ediliyor. Fotoğrafçının omzundaki maymun, mahkemenin, amiyane tabirle, sonucu baştan tasarlanmış bir çadır tiyatrosu, kurbanları baştan belirlenmiş düzmece bir dava olduğunun sembolüdür.

Duvardaki yazıya gelince, Denizlerin savunmasındaki en temel nokta, onlara yöneltilen anayasayı değiştirmek, yani “tangır tungur” etmek suçlamasının gerçeğin tam tersi olduğu. Çünkü onlar ülkenin anayasaya aykırı bir biçimde Amerikan tekellerinin emrindeki ordusuna peşkeş çekildiğini ve anayasanın uygulanması gerektiğini söyledikleri için mahkeme önündeler. Dolayısıyla burada adaletin ters yüz edilmiş olduğunu görüyoruz. Yargıçlar ise savcının saçma sapan iddiaları karşısında yapılan bu savunmayı dinlemiyorlar bile. Onun için de yargıçları üç maymunu oynayanlar olarak resmettim.

Peki, günümüz yargısıyla bağlantı kuracak olursak neler söylersiniz?

Herhalde elli yıl öncesinden otuz kat daha önyargılı diyebilirim. Günümüz yargısı siyasi iktidar ve sermaye tarafından tamamen denetim altına alınmış ve 1972’den daha kötü durumda. O zaman en azından bir savunma hakkı vardı. Hatta 12 Eylül faşizminde bile vardı. Şimdi öyle mi? Birçok tutuklu, aslında “rehine” demek daha doğru olur, haklarında herhangi bir iddia, kanıtlanmış bir suçlama yokken özgürlükleri ellerinden alınmış halde yıllardır mahkeme yüzü görmeden içeride yatıyor. En bilinenleri olarak Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davalarına bakın. Yüz kere beraat etmiş olsalar bile, açılan yüz birinci dandik davayla hala içerde tutuluyorlar.

“KÖŞKLER NEDEN KÖPEKLE KORUNUYOR?”

Hüseyin İnan’ın savunmasının olduğu bölüme baktığımızda neredeyse günümüzün aynısı. Benim dikkatimi sadece okuryazarlık oranının değişmiş olması çekti. Siz ne düşünüyorsunuz?

Ben aynı fikirde değilim. Bence okuryazarlık oranı da dâhil her şey aynı, hatta daha kötü. İşsizlik, ağır sömürü koşulları, devlette cemaatleşme, Kürt dili üzerindeki baskılar, üretimsizlik, eğitimsizlik aynen sürüyor. Ayrıca Akdeniz Üniversitesinde ders verdiğim altı yılda gördüklerime dayanarak ülkenin ‘okumuşlar’ının da büyük bir bölümünün hala okur yazar olmadığını iddia ediyorum. Öğrencilerin yaş ortalaması yirmi ikiydi. İki bin yılının başında doğup, hayatlarının tamamını AKP iktidarında geçirmiş çocukların abartısız hiçbiri okuduğunu anlamıyor, düşündüğünü yazamıyordu. Bana göre Türkiye'de okur yazar oranı en iyimser tahminle yüzde otuzu geçemez. İnsanların köşklerin kapısındaki “Dikkat Köpek Var” yazısını okuyabiliyor olması onları okuryazar yapmıyor. Önüne “Köşkler neden köpekle korunuyor?” başlıklı bir makale koyduğunda ve bu makale ne anlatıyor diye sorduğunda, inanın abartısız söylüyorum, doğru dürüst bir cevap verebilen çok az kişi çıkacaktır. “Bu kadar çok kişi kirasını ödeyemezken, neden az sayıda kişi köşklerde oturuyor?” cümlesi üzerine bir paragraf yaz desen, üniversite gençliğinin yüzde doksanı, hatasız tek bir cümle dahi yazamaz. Bu iddiama kanıt olarak bir sürü sınav kâğıdı var elimde. Onun için ben hala Türkiye elli yıldır bir arpa boyu yol alamadı diyorum. Alındıysa da son yirmi yılda hepsi kaybedildi.

Günümüz gençliği ile Denizleri bir arada selfie çekerken resmetmişsiniz, buradaki amacınız neydi?

Çizgi romanı yapmaktaki amacım günümüz gençlerine ulaşmak olduğu için üç genç üzerinden anlatıyorum öyküyü. Elli yıl önce Türkiye'de yaşanan ve bir katliamla sonuçlanan ama yaktıkları meşale de hala yanmaya devam eden ’68 kuşağı gençlerinin hikâyesini bugünün gençlerine ve olabilecek en geniş kitlelere aktarmanın yolunu aradım. Çözümü Tuncer Sümer’in Erikler Çiçek Açınca adlı kitabında buldum.

Tuncer hoca kitabında ”Biz Sinanlarla iki buçuk ay dağda kaldık ve elimizde bir fotoğraf makinesi vardı. Otuz altı poz fotoğraf çektik. Fakat Sinan’ın öldürüldüğünü duyunca, daha önce konuştuğumuz gibi elimizdeki silahları, teçhizatı ve fotoğraf makinesinin gömüp Suriye’ye kaçtık. Hemen ardımızdan silahları bulan Jandarma dahi köpeklerle, dedektörle aradığı halde fotoğraf makinesini bulamamış. Biz de yıllardır arıyoruz, bulamıyoruz” diyor.

Benim gençler işte bu fotoğraf makinasını bularak içinden çıkan fotoğraflar üzerinden geçmişe dönüyorlar. Ama gençlerin Nurhak’ta Sinanlar ve Denizlerle bir araya gelmesi tabi ki bir rüya. Hepimiz biliyoruz ki Sinanlar dağa geldikleri ilk anda Deniz ve Yusuf’un yakalandığını henüz bilmiyorlar. Daha sonra da Hüseyin yakalanıyor. Yani ekip önceden hayal ettikleri gibi bir araya gelemiyor ve birbirlerini bir daha göremeden katlediliyorlar. Resimde ben bu insanları, bir rüyada da olsa, bir araya getirdim ve kaybolan fotoğraf makinesinin yerine bugünün fotoğraf makinesi olan cep telefonu ile kayıt altına aldım. Böylece hayalimizde o birliktelik elli yıl sonra gençlerin elinden gerçekleşmiş oluyor. Selfienin anlamı bu.

Bir de kitabın sonundaki tabloda “sürecek” diye yazıyor. Neden?

Şöyle, çizgi romanlar genellikle “Son” kelimesi ile biter. Ancak bu kelimeyi yazmaya elim varmadı çünkü Denizlerin ölümü bana göre son değildi, Sinanların ölümü de, Mahirlerin ölümü de bir son değildir. Onların da büyük katkıları olduğu, alevlendirerek yükselttiği sınıf mücadelesi sürüyor ve bundan sonra da sürecek. Belki bunun bir devamı başka bir çizgi romanı daha yapabilirim. Ya da başka birileri yapar. Dolayısıyla “sürecek” kelimesi bu düşüncenin, bu mücadelenin, bu hikâyelerin süreceği anlamındadır.

Kitabınızda keşke şunu da çizseydim, yazsaydım dediğiniz bir şey var mı?

Tabi ki var. Koca bir nesil, dev bir mücadele yüz yirmi sayfa ile sınırlı olabilir mi?

Mesela Deniz’in yakalandıktan sonra kendisiyle basın önünde alay etme niyetindeki içişleri bakanını rezil ettiği sahneyi çizmek isterdim. 5 Mayıs 1972’de idamları engellemek için Jandarma Genel Komutanını kaçırma teşebbüsü de kitapta yer alabilirdi.

Bir de haklı bir eleştiri geldi, İbrahim Kaypakkaya niye yok diye. Benim İbrahim Kaypakkaya’ya büyük saygım var. Hikâyemde kesinlikle bilinçli olarak dışlamış değilim. Fakat Kaypakkaya’yı Denizlerin yaşadığı süre içinde onlara bağlayacak, kurguya eklemleyecek bir ipucu bulamadım. Deniz’le Kaypakkaya’nın Sağmalcılar Cezaevinde buluştuğu, devrimi nasıl yapacağız konusunda tartıştıkları, konuştukları dışında bir bağ görmedim. İbrahim Kaypakkaya’nın Denizlerin idamını engellemek için yaptığı bir eylemle karşılaşmadım, varsa da kitaplarda böyle bir olay okumadım. Örneğin Mahirlerin Kızılderesi gibi bir eylemi yok İbrahim’in. O kendine göre bir yol çiziyor ve 1973’te Sinanları ihbar eden İnekli köyü muhtarını öldürdüğü söyleniyor. Ama benim hikâyem 6 Mayıs 1972’de bittiği için Kaypakkaya’nın bu eylemini kitaba yerleştiremedim.

Bu çizgi roman da sonuçta bir kurgu. Kesinlikle tarih birebir böyle yaşandı ve burada yer almayan kimse önemli değildir anlamında söylemiyorum. Keşke daha uzun zamanım olsaydı Taylan’ı da, Cevahir’i de uzun uzun anlatabilseydim. Fakat şöyle bir sıkıntım vardı. Çok geç karar verdim bu çizgi romanı yapmaya. Bir yıl gibi bir sürem vardı. Bir yılda yüz yirmi sayfayı bile zor çizdim. Ama ileride mutlaka Kaypakkaya’nın da yer alacağı bir çizgi romanın yapılacağına inanıyorum. Zaten son sayfada “sürecek” derken bundan sonra başka bir çizgi romancının da kendine göre bir ‘68 hikâyesini yazacağına inandığımı belirtmek istedim.