Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

İsviçre’nin başkenti Bern Belediye Meclisi seçimlerinde Sosyal Demokat Parti’den aday olan Cemal Özçelik ile okuyucularımız için bir röportaj gerçekleştirdik.

Gençliğinde Derik’te sabah Kur’an, öğleden sonra Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm derslerine katılan Özçelik muhalif yayınlarda çalışırken hakkında açılan davalar nedeniyle 1996 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalmış.

24 yıldır orada olmasına rağmen 15 yıldan sonra vatandaşlık hakkını elde edebildiğinden İsviçre siyasetine 5 yıl önce girebilmiş.

Göbeklitepe üzerine iki kitabı bulunan, Sosyal Demokat Parti’den Bern Belediye Meclisi’ne aday olan Cemal Özçelik, “Nerede ve kime karşı haksızlık, sömürü, ayırımcılık varsa, ona karşı duracağım” diyor…

Okuyucularımıza kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

1966 sonbaharında Mardin’in Derik ilçesinde doğdum. Liseye kadar da Derik’te yaşadım. Derik üç tarafı dağlık, güneye bakan tarafı ise ovalık olan bir yer. Bu bağlamda hem dağ, hem ova, hem de şehir havasının hakim olduğu bir yer. Derik geçmişten beri kültür çalışmalarının yoğun olduğu, müzik/dengbêjlik sanatının kendine özgü kulvarlarda yürütüldüğü, mahalli sanatçılarının yetiştiği bir mekandır aynı zamanda. Ünlü Kürt Şair Cegerxwîn 1918 yılında henüz çok genç yaşında Derik’e gelip medreselerde dini eğitim almıştır. Kendisi, şairliğini biraz da Derik’te geçirdiği zamanlara borçlu olduğunun altını çizmiş, bir röportajında “Derik bir kültür gölüdür” ifadesini kullanmıştır.

13 yaşlarındayken ilk siyasal çalışmalarıma da burada katıldım. O zamanlar ağırlıklı olarak özellikle yazın Derik’in zeytin ağaçları arasında, gözlerden uzak kuytu köşelerde felsefe, toplumlar tarihi, Bolşevik Devrimi ve Kürdistan tarihi ile ilgili eğitim çalışmalarına katılıyordum. Üstelik aynı zamanda da Kur’an kurslarına gidiyordum. Bir dönem sabahleyin Kur’an dersleri alırken, öğleden sonraları ise bizi kızgın sıcaklardan koruyan serin bahçelerde Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm derslerine katılıyordum.

Uzun yıllardır İsviçre’de yaşıyorsunuz, yurtdışına çıkış serüveniniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

12 Eylül faşizminin yığınlar üzerinde estirdiği terör, korku ve ideolojik hegemonyaya karşı ciddi tepkiler oldu. Bu durum biz Kürt gençlerini de heyecanlandırmıştı. Kürt kimliği ile, ulusal-toplumsal sorunlarımızın irdelenmesini içeren yazıları da bu yeni çıkan yayınlarda görmek istiyorduk. Ancak beklentilerimiz hep boşa çıktı. Bu çerçevede Nisan 1988’de “Medya Güneşi” ismiyle dergimizin ilk sayısını yayımladık. Derginin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürlüğünü üstlenmiştim. Aynı zamanda derginin yazarlığını da yapmaktaydım. Gerek kendi yazılarım gerekse de dergide yayımlanan değişik yazılardan ötürü, bölücülük suçlamasıyla hakkımda çok sayıda dava açıldı.1996 yılında yurtdışına çıkmayı uygun gördüm. Tabi bu arada çalışmalarımızın dergi-gazete gibi alanlarla sınırlı kalmadığını, hayatın her alanında aktivitelere katıldığımızı da belirtelim. Bunlar da yurtdışına çıkışın diğer faktörleriydi.

Ülkemize gelecekte dönme gibi bir planınız var mı? Döndüğünüzde en çok yapmak istediğiniz sey nedir? Bunlarla ilgili hayaller kuruyor musunuz?

Aslında yurtdışına çıkarken, bu kadar uzun bir süre kalabileceğimi hesaplamamıştım. Yıllarca nasıl olsa döneceğim, fikriyle yaşadım. Ama gelişmeler ile beklentilerim örtüşmedi. İlk gelişimden itibaren her seferinde kesin dönüş için zemin yoklamaya başladım. Ama imkanlar oldukça sınırlıydı. İsviçre’ye gelince arkeoloji eğitimine sil baştan yeniden başlamıştım ve 2007 yılında Önaysa Arkeolojisi Anabilim dalından mezun oldum. Yan alan olarak da Etnoloji ve Yeni Doğu Filolojisi bölümlerini tamamladım. Ancak bunlar aracılığıyla dönüşten sonra iş bulmak ve hayatı yeniden kurmak imkansızdı. Bu alanlar adeta devlet tekelinde ve kadrolaşma çalışmaları sonucu tüm muhalif ve yurtsever insanların işten atıldıkları bilinmekte. Yayıncılık içinse elde bir sermayenin olması gerekmekte. Ama dönüş özlemim bitmiş değil. En büyük özlemimse, günün birinde tekrar Derik’e yerleşebilmek ve hayatımı sonuna kadar orada sürdürmek. Oraya geldiğimdeyse bilimsel arkeolojik çalışmalarımı bağımsız bir biçimde sürdürmek ve kendimi Derik’in doğasına adamak istiyorum. Şimdi Derik’te çıplak dağlarımızı mazı ağaçlarıyla yeniden donatma yönünde başlamış olan faaliyetlere gıpta ile bakmaktayım. Keşke onların yanında olabilseydim, diyorum.

Kendi yurdundan uzaklarda bir mülteci olarak yaşamak nasıl bir duygu? Bir yabancı olarak İsviçre’de hangi zorluklarla karşılaştınız?

Ben bu duyguyu, doğduğum yerlerden kopuşu, çocukluk, gençlik yıllarında bana yuva olmuş yerlerden ayrılış acısını İstanbul’a taşındığımızda yaşadım. Bir boşluk hissi, bir burukluk duyar insan. Bir kuyuya düşmüş gibi hissetim kendimi. Oysa İstanbul’a gitmeden önce sevinçliydim, yeni bir hayat bekliyordu beni. Geniş ailemin yarısı zaten oradaydı, onlara kavuşmanın sevinci de büyüktü. Ancak varınca İstanbul’a, daha çok yalnızlık hissi kapladı yüreğimi. Her şey, herkes başkaydı. Tanıdık olduklarımız, biraz yabancıydılar bize. Binlerce kilometreyi aşınca yakınlaşacağını düşündüğün kimi insanların, daha bir uzak olduğunu görmek şaşırtıcıydı. Asıl, mesafeler yakınlaşınca bu içsel uzaklık berraklaşıyordu. Taşra sıcaklığımız, şehrin soğukluğuna karışmıştı birdenbire.

İsviçre’ye geldiğimde biraz hazırlıklıydım. Birçok insanın sandığı gibi Avrupa’nın bana kucak açmayacağını, önüme kırmızı halılar sermeyeceğini biliyordum. Sahte cennetlerin bize göre olmadığının farkında olmak, insanı güçlü tutuyor. Bir de hayat tecrübesi olunca, insan artık kolay kolay şaşırmıyor. Avrupa’nın Amerika’nın, Kanada’nın yabancılar için kötü yerler olduklarını okumalarımdan, araştırmalarımdan biliyordum zaten. Ancak amaç güzel bir hayat kurmak değil de, soluklanmak olunca, zaten fazla beklentin de olmuyor. Yurt dışında en zor şey dilsizliktir. Yabancı bir ülkedesin ve dilini bilmiyorsun. Dilsizlik çoğu kez cahillik olarak algılanır. Eğer o toplumun dilini bilmezsen veya az bilip de kem küm konuşursan, bilgisiz, cahil olduğun düşünülür.

Birkaç yılın ardından Almancamı geliştirerek Bern’de üniversiteye başladım ve bitirdim. Okurken tercümanlık işlerine başladım ve mezun olduktan sonra da bu işi profesyonel olarak devam ettirdim. Halen de bu işi yapmaktayım.

Bern belediye meclis üyeliği için Sosyal Demokrat Parti’den aday olarak seçimlere girdiniz. Adaylık süreciniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

Buranın politik sistemi biraz farklı. Yerel düzlemde, yani ilçelerde belediyeler var. Şehirlerde ise Büyükşehir Belediyesi ve Şehir Parlamentoları olur. Şehir parlamentoları Türkiye’deki sistemle kıyaslandığında, İl Meclisleriyle aynı işleve sahip. Ancak Türkiye’dekiler yetkisiz ve valiliklere bağlı birer danışma organı iken, buradakiler yasama yetkisi olan parlamento statüsündeler.

İlk başta İsviçre’de siyaset yapmayı düşünmedim. Her ne kadar buralarda olsam da tüm ruhum, kalbim ülkemdeydi. Oradaki politik ve toplumsal olayları yıllar yılı çok yakından takip ettim, değişik mecralarda görüşlerimi uzun analizlerle yazmaya çalıştım. Buradaki siyasal gelişmeleri ise daha çok göçmenler bazında takip etmeye, bilgilenmeye, onları bilgilendirmeye çalıştım.

Burada 24 yıldır kalmama rağmen, siyasetle ilgilenmeye çok geç başladım. Bunun en önemli sebebi İsviçre vatandaşlık yasalarının çok sıkı olması. Diğer Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama 4-5 yılda vatandaş olma hakkı elde edilirken, İsviçre’de 12 yıldan sonra başvuru yapma hakkın doğmakta, karar ise ortalama 3 yılda çıkmakta. Yani 15 yıldan sonra vatandaşlık hakkını elde ettim. 20 yıldır buralarda yaşamakta olup da henüz bu hakkı elde edemeyenler de var. Dahası İsviçre’de diğer Avrupa ülkelerine nazaran göçmenlere karşı daha ılımlı tavır takınılmakla beraber son on yılda ırkçı, ayırımcı politikalara hız verildi. Tüm bunlar siyasete atılmamda birer etken oldu. Yani ayırımcılığa, ırkçılığa, vatandaşlık hakkının gasp edilmesine ve asimilasyon politikalarına karşı acaba bir şeyler yapabilir miyim gibi bir düşünce gelişti bende ve SP’ye (Sosyal Demokrat Parti) başvurarak üye oldum. Bu üyelik başvurusunu 2015 yılının başında yaptım. Üyelikten bir yıl kadar sonra Bern-Kuzey bölgesinin yönetim kuruluna girmemi önerdiler ve o zamandan beri de bu görevi sürdürmekteyim. Birkaç yıl boyunca parti içi çalışmalara ağırlık verdim. Yakın çevremin bu partide çalıştığımdan bile haberi yoktu. Biraz da propagandayı, öne çıkmayı sevmediğimden, fazla ön plana taşımadım bu faaliyetleri. İlk defa bu yıl adaylığımı koymakla, siyasal faaliyetlerimi de deklare etmiş oldum aslında.

Şu an İsviçre’de aktif bir şekilde siyaset yapıyorsunuz. Bu çalışmalarınızı hangi düzlemde sürdürmeyi düşünüyorsunuz? Ülkemiz siyasetiyle bulunduğunuz alandaki siyasi çalışmalarınızı nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Bu yaz, parti olarak çalışmalarımızı öncelikle sokağa indirdik, insanlarla direkt kontak kurarak onlara amaçlarımızı anlatmaya çalıştık. Ancak korona salgınının tekrar yükselişe geçmesiyle bu sokak çalışmalarımızı halkı korumak için asgariye indirdik. Çünkü dağıtılacak olan bildiri, flama vb. malzemelerle virüsün yaygınlaşma riski ortaya çıkmakta. Ancak çok sıkı önlemler almak şartıyla halk içindeki çalışmalarımız devam etmekte. Onun haricinde partinin adaylar için bastırdığı afiş ve kartpostallar mevcut. Bunlar belli yerlere asılıyor ve kartlar da posta kutularına atılıyor. Böylelikle insanları amaçlarımız hakkında bilgilendirmeye çalışıyoruz. Bu çalışmalar İsviçre, hatta dar anlamda şimdilik Bern ile sınırlı olmakla beraber, bunların ülke boyutu olduğu gibi, evrensel boyutları da mevcut. Çünkü yerelde de olsa sömürüye, yoksulluğa, ayırımcılığa, asimilasyona karşı mücadele etmek mümkün. En önemlisi de savaş araçlarının satışına karşı da bu seçimlerle beraber bir referandum düzenlenecek. Bu satışları engelleyebilirsek, bizler için büyük bir kazanım olacak. Çünkü birçok Avrupa ülkesi gibi İsviçre de göçmen ve mültecilerden yakınmakta, ama aynı zamanda da savaşların hakim olduğu yerlere milyonlarca, belki de milyarlarca franklık silah ve savaş malzemesi satmakta. Ekonomik ve sosyal düzenleri bozulan insanlar da haliyle Avrupa’ya gelmeye çalışıyorlar. Meselelerin yerelde adil bir şekilde çözülmesi, savaşların son bulması, iltica ve göçleri de asgariye indirecektir. Partimizin bu konuda yabancılara karşı dostça, kararlı bir politikası var.

Seçimlerde yabancı kökenli biri olarak hangi kesimlerden destek almayı umuyorsunuz? Bu kesimlerle olan bağlantınız nedir?

Neticede 24 yıldır bu ülkede yaşıyorum. Bu süre zarfında tüm kesimlerden insanlarla tanışma imkanım oldu. Adaylığımı duyan gerek İsviçreli gerek bizlerle aynı kökenden gelen insanlarda veya diğer yabancı kesimlerde genel olarak pozitif bir hava yarattı. Bu bağlamda her kesimden oy alabileceğimi düşünüyorum. Ama arkamda en kararlı bir biçimde duranlar, tabii ki Bern’deki Kürt ve Türkiye’den gelen sol kesimler. Ana dil öğretimi için okullarda Kürtçe sınıfların açılması da hedeflerimden biri ve bu hedef de insanlarımızda bir heyecan yaratmış durumda. Devlet sahibi halkların kendi okullarını bile açma hakları varken, devletsiz veya azınlık halkların bu imkanlardan mahrum kalmaları başlı başına bir ayırımcılık. Okullarda Kürtçe sınıfların açılması projesini bundan birkaç yıl önce bazı arkadaşlar başlatmış ve bazı kantonlarda başarıya ulaşmışlardı. Bern de teoride bu hakkı sunmakla beraber, bu tür çalışmalara maddi destek sunmaktan kaçınmakta. Kürtçe dersi veren öğretmenler kendi imkanlarıyla, bazen başka kantonlardan gelip ders vermek durumunda kalmaktalar. Biz devletin, kantonların bu işlere daha çok bütçe ayırmaları ve bu uygulamanın İsviçre’nin geneline yaygınlaşması için elimizden geleni yapmaya çalışacağız. Tabi tüm bunlar birey olarak tek başına başarılacak meseleler değil. Aynı zamanda işi sadece İsviçre kurumlarına veya kantonlarına da havale etmemek gerek. Bu, her şeyden önce kendi işimiz olmalı. Bu amaçla İsviçre’de bir Kürt Enstitisü’nün kurulması çalışması da mevcut. Benim de içinde yer aldığım ve kolektif bir biçimde yürütülen bu çalışmalarda gücüm ve imkanlarım ölçeğinde diğer arkadaşlarımızla birlikte üzerimize düşeni yapacağız tabii.

Sosyal Demokrat Parti’nin seçim çalışmalarında desteğini tam olarak arkanızda hissediyor musunuz?

Buradaki adaylık tepeden değil, tabandan belirlenir. Yani yerel komitelerin önerisi ve şehir delegelerinin onayıyla belirlenir. Adaylar belirlendikten sonra da soy isim sıralamasına göre bir liste oluşturulur. Ancak bu kazanıp, kaybetmede her hangi bir rol oynamamaktadır. Oylar tercihlidir ve kim en fazla oyu alırsa kazanır. Yani listenin ön sırasında olanlar kazanır, diğerleri kaybeder diye bir kural yok. Bu bağlamda partinin kendisi resmiyette tarafsızdır. Her adaya eşit mesafede durur.

Güncel siyasetin dışına çıkarak sizin biraz eğitim aldığınız arkeoloji alanıyla ilgili çalışmalarınız hakkında soru sormak istiyorum. Arkeolojiyi üniversite yıllarında neden tercih ettiniz?

Eskiden beri arkeolojiye, mitolojik anlatımlara karşı merakım vardı. İlk gençlik yıllarımda Erich von Däniken’nin “Tanrıların Arabaları” isimli kitabı beni adeta büyülemişti. Biraz ayakları havada da olsa bu kitap ufkumu genişletmiş, alana ilişkin merakımı artırmıştı. Öte yandan Kürtlük bilincim geliştikçe kökenlere ulaşma isteğim de artıyordu. Benim için arkeoloji demek, Kürtlerin kökenine doğru bir yolculuktu. Bilinmeyen, saklı kalan veya saklı tutulan bu gizemli tarihin şifrelerini çözme heyecanı hep vardı üzerimde. Yukarıda da değindiğim gibi ilk olarak İstanbul’da 1986’da Arkeolojiye kaydımı yaptırdım. Seninle tanışmamız da sevgili Mustafa, zaten bu yıllarda başladı. Bir yandan okurken, bir yandan da Öğrenci Derneği kapsamında eylemden eyleme koştuğumuz ve birlikte ilk gözaltılarımızı yaşadığımız dönemlerdi bunlar.

Son yıllarda oldukça popüler olan Göbeklitepe üzerine iki kitabınız var. Göbeklitepe’yi insanlık tarihi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

İzninizle, önce Göbeklitepe konusuyla nasıl tanıştığım ve yıllar içinde ilgimin nasıl arttığını anlatayım sizlere. 2001 yılına Bern Üniversitesi’nde arkeoloji eğitimine tekrar sil baştan başladığımda ilk olarak hocamız bizlere Göbeklitepe’den bahsetmişti. O zamanlar çok da ilgimi çekmedi doğrusu. Ancak 2006 yılında kazıları yapan Alman Arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt’in Göbeklitepe ile ilgili Almanca kitabı çıkınca, tesadüfen kitapçıda rastladım ve alıp, kısa sürede okudum. Olayın coğrafyamız açısından boyutunu ve önemini ancak o zaman tam olarak kavrayabildim. Sonradan basında konuyla ilgili kısa kısa yayınlanan haberleri izlemeye çalıştım.

İsviçre’de ağırlıklı olarak Türkçe ve kısmen de Almanca yayımlanan, “Arkadaş” isimli aylık gazeteye yazı yazmam önerilince de ilk olarak Nisan 2011’de Göbeklitepe ile ilgili iki-üç yazı yazdım. Bu yazılar aslında konuya ilişkin kafamda ana fikirlerle şahsi tezlerimin çekirdek halinde oluşmaya başladıkları bir süreci de temsil etmekteydiler. Üç buçuk yıl boyunca bu gazete için dünya mitolojileri ve arkeoloji ile ilgili yazılar yazdıktan sonra, bu yazılara ara verip Göbeklitepe konusu üzerinde yoğunlaşmaya karar verdim. 2015 yılının yılbaşı gecesi başladığım bu çalışmalara halen de devam etmekteyim. Kitap serisi olarak düşündüğüm çalışmanın ilk iki kitabı yayımlandı. Elimde konuya ilişkin halen yazımları süren üç kitap daha var. Şu an üçüncü kitap üzerinde çalışmaktayım ve bir yıl içinde yayımlamayı düşünüyorum. Tabii materyalist bir anlayışla farklı görüşleri yargılamak yerine, objektif olarak insanları ve inanışlarını olduğu gibi kabul ederek ve empati kurarak değerlendirmelerimi yapmaya çalışıyorum.

Bu araştırma hayatımın odak noktası haline geldi adeta. Göbeklitepe’nin yapısı, işlevi, oradaki semboller kuşkusuz başlı başına ayrı söyleşilerin konusu olacak kadar kapsamlı. Yer altında henüz keşfedilmeyi bekleyen en az 16 tapınak daha mevcut. Dahası, civar bölgelerde de ona benzer başka tapınak yapıları veya kült merkezlerine rastlandı. Bu yapıların, Üst paleolitik ile Neolitik arasındaki bir geçiş dönemine denk geldikleri anlaşılmakta. Neolitik yerleşimler ve ona uygun yaşam ve iktisadi ilişkilerin çoktan başladığı, ancak henüz tam olarak başat hale gelmedikleri bir dönem. Göbeklitepe’den önce, bölgede kökleri 35.000 yıl öncelerine dek varan ve Üst Paleolitik çağlardan kalma bir Zagros kültürü mevcuttu. Bu yönüyle iki kültür arasında da bir bağlantı söz konusuydu diye düşünüyorum. Göbeklitepe bu bağlamda Zagros kültürü ile eski Akdeniz kültürü arasında bir köprü veya bağlantı noktasıydı da diyebiliriz. İspanya ve Fransa’da bulunan Üst Paleolitik Kültürler ile Zagros Kültürü çağdaştılar. Ve muhtemelen ara halkalar aracılığıyla aralarında bağlantılar da mevcuttu.

Coğrafyamızdaki savaşlar yüzünden kültürel mirasın oldukça zarar gürdüğünü izlmeketeyiz. Özellikle IŞİD’in Suriye’den kaçırdığı eserlerin Batı’da alıcı bulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Arkeolojik eserler yüzyıllardır Batılı koleksiyoncular için birer kazanç aracı haline getirilmiştir. Talan ve hırsızlığa dayalı bu ticaret maalesef illegal bile olsa bir biçimde kendisine pazar bulabilmekte. 19. yüzyılda bunlar alenen, devletlerin izniyle yapılmaktaydı. Arkeologlar buldukları eserleri rahatlıkla Batı'ya kaçırabiliyorlardı. Günümüzde ise bu alanda bir pazar oluşmuş ve kara paranın aklandığı gayrimeşru bir kaynağa dönüşmüştür. Savaşlara karşı tutum belirlendikçe, bu türden insanlığın geçmiş kültürünü tehlikeye atan manipülasyonlara açık hale getiren ticari zihniyetlere karşı da daha net tutumlar belirlemek mümkün olacaktır.

Batı’nın az gelişmiş ülkelerdeki kültür, tarih ve çevre talanına ilişkin suskunluğunu neye bağlayabiliriz? Sizin politik olarak bu konuda yapmayı düşündüğünüz şeyler var mı?

Bu hiç kuşkusuz Batılı devletlerin kapitalist ve kültür emperyalizmini esas alan politikalarından kaynaklanmaktadır. Bir yandan kendisini üstün görürken, diğer yandan da diğer halkların tarihsel kökleri, geçmişte yarattıkları ileri düzeydeki mirasın gücü karşısında eziklik duymakta ve komplekse girmekteler. Tabi tüm iyi niyetleriyle, bilimsel kriterlere uygun faaliyet sürdüren akademisyen ve bilim insanlarını bunlardan ayrı ele almak gerek. Politika güç üzerinde inşa olur. Gücün arttıkça politik etkin de artar. Ama politik imkanlar da gücü artırır. Eğer imkan bulursak, başta devletlerce yapılan bu talanın önüne geçilmesi için gereken tarzda sesimizi duyurmaya çalışacağız.

Son olarak okuyucularımıza iletmek istediğiniz mesajınız var mı?

Sizlere ve tüm okuyucularınıza selam ve sevgilerimi sunuyorum. Böylesi bir imkanı verdiğiniz için gerek sana gerek Demokrat Haber’e içten teşekkürlerimi sunarım.

Herkes bilsin ki, binlerce kilometre uzakta da olsam, kalbim ülkem için, kimliğim için çarpmaktadır. Nerede ve kime karşı haksızlık, sömürü, ayırımcılık varsa, ona karşı duracağım.