Besim Altunöz / Demokrat Haber

Barış İçin Akademisyenler olarak anılan, 2016 Ocak ayında yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni imzacılarının birçoğu, KHK’ler ile üniversitelerinden atıldılar.

İşsizlik, mahalle baskısı, gözaltı, yargılanma, bir kesim medya tarafından linç ve ülke dışında yaşamaya zorlanma gibi birçok sorunla karşılaştılar.

Süreç hala devam ediyor.

Bu akademisyenlerden biri olan Yrd. Doç. Dr. Latife Akyüz ile konuştuk. Akyüz, “Şimdi Almanya'da yaşıyorum ve burada bir üniversitede çalışmalarıma devam ediyorum. Sınır bölgeleri çalıştım doktoram boyunca. Şimdi de mülteci Alevi kadınlar üzerine çalışma yapıyorum. Araştırma alanımın nesnesi haline geldim yani” diyor.

Medyada yayınlanan resimlerinizin çoğunda gülüyorsunuz. Gülmek üstüne konuşalım. Gülmeye nasıl bir anlam yüklüyorsunuz?

Özellikle gülmek için uğraşmıyorum. Yaşam felsefesi ve politik duruşla birlikte geliyor sanki. Bir bakın resimlere, arkadaşlarımız, bu kötülüklere direnen insanlar, güzel yüzleriyle hep gülümsüyorlar. Genel olarak yaşam enerjisi ve sevgisi yüksek insanlarız. Yaşamı ve yaşatmayı seviyor olduğumuz içindir bence. Çok klasik olacak ama "onlara rağmen" gülebilmemiz içlerine dert oluyordur diye düşünüyorum.

Gülmek için politik bir tavır diyebilir miyiz?

Evet... Hayata dair bir tutum.

Medyada sizinle ilgili çok haber çıktı, bir linç girişimi sanki, neden öyle oldu? Ne düşünüyorsunuz?

Düzce küçük, muhafazakâr yapısıyla bilinen bir şehir. Orada tek imzacı olmam ve kadın olmam beni onlar için kolay bir hedef haline getirdi. Üniversite yönetimi de bunu engelleyecek hiçbir şey yapmadı. O kadar kısa sürede büyüdü ki linç kampanyası inanamazsınız. Onların deyimiyle biri düğmeye bastı ve bir anda inanılmaz örgütlü bir biçimde çalışmaya başladılar. İmzaları açıkladıktan bir gün sonra ve Erdoğan'ın konuşmasından birkaç saat sonra Düzce'de yerel bir gazete ve televizyon haberleri döndürmeye başlamıştı bile.

O kadar hızlı ve organizeler mi?

Barış akademisyenleri söz konusu olunca ve emir en yüksekten gelince ne kadar hızla organize olabildiklerini gördük. Linç kampanyasının başladığı günün akşamında ülkü ocakları başkanının basın açıklaması düzenleyip, “Düzce'yi PKK'den temizleyeceğiz” demesi oldukça organize bir tavırdı.

Linç kampanyasının başladığı ve hızla büyüdüğü saatlerde ben okulda final sınavlarını okumakla meşguldüm.

İşinize devam ettiniz yani, peki sizinle ilgili tehditkâr açıklamalar ve haberler yapılırken neler hissettiniz?

Başta çok önemsemedim ama işin kontrolden çıktığını anlayınca Eğitim-Sen’den arkadaşlarım okula gelip beni aldılar. Evime uğrayıp birkaç özel eşyamı aldım, kedime mamasını verdim ve çıktım. Bir daha evime dönemedim. Hemen bir avukat bulup vekâletnamemi verdim. Çünkü olayın hukuki bir boyutunun da olacağını fakültenin dekanıyla yaptığım görüşmeden sonra anlamıştım.

Linç kampanyasının başladığı ilk anlarda ne hissetliğimi anlatmak zor aslında. Korku değildi, belki biraz kaygı ve merak diyebilirim, olayları hangi boyutlara ulaştıracaklarına dair.

O eve dönmediniz mi daha sonra?

Hayır evime dönemedim hiç. Eşyalarımı arkadaşlarım toplayıp yolladılar İstanbul'a.

Sizin bir cümleniz var. “3,5 günde hayatım değişti” , neler yaşadınız bu 3,5 günde?

Çarşamba günü yani iki gün sonra Düzce'den çıkmamın iyi olacağını ve giderek daha tehlikeli bir hal aldığını söyledi arkadaşlar. Açıkçası Düzce'de yeniydim ve çok da farkında değildim bu kadar örgütlü olduklarının. Ben savcılık sürecinin başlayacağını anladığımda kalıp, ifade vermem gerektiğini düşünüyordum.

Fakat bunun iyi bir fikir olmadığını söylediler. Çarşamba akşamı arabayla önce Kocaeli'ne bıraktılar ve oradan otobüsle İstanbul'a geçtim. Ben yoldayken de okulun beni uzaklaştırdığını öğrendim.

Burada şunu da ekleyeyim, Çarşamba günü öğlen saatlerinde Üniversitelerarası Kurul tüm rektörleri acil toplantıya çağırmıştı ve Düzce Üniversitesi rektörü de oradaydı. Uzaklaştırma kararını hızlıca vermeleri ve bunu web sitesinden yayınlamaları bu toplantı sonrasıydı. Yani emirler büyük yerlerdendi.

Bir eve geri dönememek zor bir durum. Evdeki kedi, saksıdaki çiçek, dolaptaki yemek, raftaki kitap… Neler hissettiniz?

En çok kedimi bırakmak zorunda kalmak zor geldi açıkçası. Bir arkadaşıma bıraktım ve bir daha da alamadım. Şimdi fotolarını, videolarını yolluyor, arkadaşım arada. Neyse ki mutlu olduğu biriyle birlikte.

Mutluysa iyi, sorun yoktur herhalde. Peki şimdiye gelelim. Nasılsınız, neler yapıyorsunuz, ne okuyor ne yazıyorsunuz?

Süreç ilerledikçe sadece evimi, yaşadığım şehri değil, ülkeyi de terk etmek zorunda kaldım. 10 aylık bir uzaklaştırmadan sonra, 29 Ekim KHK'sıyla ihraç edildim. Söylemeye gerek yok ama bu şekilde ihraç edilmek hiçbir koşulda çalışamamak ve akademik yaşamına devam edememek demek. Onlarca yıl emek verdiğiniz bir meslekten bir gece yarısı kararıyla, bir KHK listesinde adınız olduğu için atılıyorsunuz.

Şimdi Almanya'da yaşıyorum ve burada bir üniversitede çalışmalarıma devam ediyorum. Sınır bölgeleri çalıştım doktoram boyunca. Şimdi de mülteci Alevi kadınlar üzerine çalışma yapıyorum. Araştırma alanımın nesnesi haline geldim yani.

Bir karşılaştırma yapsak Almanya’daki akademik hayat ile Türkiye'deki akademik hayat arasında ne tür farklar, avantaj ve dezavantajlar var?

Oldukça kapsamlı bir soru bu. Geldiğimizden beridir Almanya'daki meslektaşlarımızla sıkça konuştuğumuz ve tartıştığımız bir mesele. Genel bir değerlendirme yapabilirim belki. Toparlamaya çalışayım. Türkiye'deki otoriter devlet yapısının baskılarından, toplumun her kesiminde olduğu gibi akademi de payına düşeni aldı. Son birkaç yılda yaşanan açık faşizm dönemi öncesinde, akademi içinde görece özerk alanlarımız ve mücadele olanaklarımız vardı. Yanlış anlaşılmasın ülkede olup, hala bu özgürlükler için mücadele eden arkadaşlarımız var ve onlar en zor olanı yapıyorlar şu anda.

Almanya'da ise, dışarıdan bakıldığında çalışma konularına, koşullarına bakıp gelişmiş bir akademik özgürlük alanı olduğu düşünülebilir. Oysaki, neo-liberal politikalara teslim olmuş, örgütlü mücadeleden uzak, inanılmaz güvencesiz koşullarda (kısa süreli kontratlar ve araştırma burslarıyla yaşıyor birçok meslektaşım) devam eden bir akademik yaşam var.

Şöyle düşünün, her yıl yeniden ve yeniden bir proje/ pozisyon için başvuru yapmak ve bunun için sürekli CV'nizi geliştirmek zorundasınız. Bunun yol açtığı rekabeti tahmin edebilirsiniz.

Bu rekabet ortamında kafanızı kaldırıp dünyada neler olduğunu görmek için pek vakit kalmıyor. Oysa ki, Avrupa'da da yükselen sağ popülizmin ve Neo-liberal politikaların her gün akademiyi daha da çok vurduğu bir döneme girilmiş durumda.

Rekabet ve akademi birbiri ile iki zıt kavram, ama sanırım durum her yerde öyle?

Tüm dünyada tanıklık ettiğimiz bir süreç bu. Özelleştirmelerin ve paraya endeksli bilim üretmenin sonucu. Giderek toplumsal gerçeklikten uzaklaşan bir akademi.

Peki kişisel okuma yazma işleriniz ne durumda? Planlarınız nedir? Mülteci Alevi kadınlar hakkında çalıştığınızı söylediniz, bununla ilgili bir önermeye vardınız mı?

Buraya geldikten sonra bir kitabım yayınlandı. Bu tabii ki mutlu ediyor çünkü her şeye rağmen üretmeye de devam etmek zorundayız. Araştırmama gelince henüz devam eden bir araştırma bu nedenle sonuçları hakkında konuşmak için çok erken. Yanlış bir şey söylemek istemem. Ama şunu söyleyebilirim, benim odaklandığım mesele Alevilikteki kadın-erkek eşitliği söylemi ve bunun Avrupa'da -görece daha rahat sosyo-politik bir ortamda- nasıl yaşandığı. Sonuçlarını araştırmam bittiğinde açıklamayı tercih ederim.

Bu süreçte akademisyenlerin üzerine neden bu kadar gidildi?

Barış için akademisyenler Türkiye'de barış istedikleri ve sürecin politik birer öznesi haline geldikleri için bu kadar sert bir biçimde cezalandırılıyorlar. Haklılığımız söylediğimiz sözden geliyor. Bu sözümüzün arkasında durmak bizim sorumluluğumuz. Bu nedenle ülke dışına çıkmak zorunda kaldıysak da, bu sorumluluğumuzu yerine getirmeye ve ülkeye barış gelene kadar bunun için mücadele etmeye devam etmek zorundayız. Burada da bunun için çabalamaya devam ediyoruz. Tüm baskılara rağmen barış sözümüzde ısrarcı olmamız bizi sürekli hedef haline getirdi.

Ankara’yı özlüyor musunuz? Sizin içinizde nasıl bir Ankara var? Neleri özlüyorsunuz?

Ankara'yı özlüyorum tabii ki. 17 yıl az zaman değil. Şehirlerle ya da mekanlarla çok bağ kurmam genelde. Göçebe sayılabilirim aslında. Oraları güzelleştiren insanlar ve yaşantılar tabii ki. En çok o insanları ve o yaşantıyı özlüyorum. Konur Sokak’ta, sevdiğim insanlarla birlikte, çay ve simit keyfi yapmak ve etrafı izlemek mesela en çok özlediklerimden.

“BU KÖTÜLÜĞÜ YARATANLAR, BUNUN HESABINI VERECEK”

Hocam o şehir ve o şehirler yerinde duruyor. O hoca (lar) da, bir gün gelecek diye umut ediyorum. Nasıl bir selam göndermek istersiniz Türkiye’ye?

Sınır çalışan biri olarak hiçbir zaman sınırlara ve o sınırlara hapsedilmeye çalışılan yaşamlara inanmadım. İnsan her yerde yaşayabilir. Ancak yaşayacağı yeri kendi iradesiyle seçerse anlamlıdır bu. Bizler yaşadığımız, bildiğimiz, kök saldığımız yerlerden edildik. Sevdiğimiz insanlarla aramıza binlerce kilometre girdi ve ne zaman dönebileceğimiz hakkında hiçbir fikrim yok. Bu kadar uzakta da olsak yüreğimiz orada, zamanımız orada akıyor sanki. Oradaki dostlarımın, yol arkadaşlarımın mücadelesi umut veriyor. Biliyorum ki bu zamanlar geçecek, biliyorum ki bu kötülüğü yaratanlar, bunun hesabını verecek ve ben Konur sokakta sevdiklerimle birlikte çay içip, simit yiyeceğim. Umut asla bitmeyecek yani. Dostluk ve dayanışmayla.