İnci Hekimoğlu / Demokrat Haber

Abdülbaki Erdoğmuş, sıra dışı bir din alimi ve siyasetçi. Örneğin 90’lı yıllarda Diyarbakır’ın Hani İlçesi Müftüsüyken OHAL yönetiminin uygulamalarına karşı çıktığı için il dışına sürüldü, ancak halkın baskısıyla göreve döndü. 1989 yılında görevinden istifa etti. Aynı yıl yapılan mahalli seçimlerde RP’den (Refah Partisi) Diyarbakır Belediye Başkanı oldu. 1994 milletvekili ara seçimlerinde Diyarbakır 1. Bölge 1. sıradan RP’den milletvekili adayı olarak gösterildiyse de seçimler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince parlamentoya giremedi. 1999 genel seçimlerinde ise ANAP’tan (Anavatan Partisi) milletvekili oldu.

Milletvekilliği döneminde hazırladığı “Demokrasi ve Toplumsal Barış” adıyla yayınlanan “Kürt Sorunu” raporu tartışma yarattı. Yayınlanmış 3 kitabı bulunan Abdülbaki Erdoğmuş, halen Sivil Siyaset Platformu’nun sözcülüğünü yürütüyor.

İslami çevreleri ve AKP’yi kuran kadroları yakından tanıyan bir isim olan Erdoğmuş, seçimlerin ertelenebileceği iddialarını Türkiye gündemine gelmeden önce dillendirmesiyle dikkati çekti.

Türkiye’nin savaş-darbe-dikta üçgeninde yol alan karanlık bir koridorda ilerlediğine vurgu yapan Erdoğmuş, seçim sürecinde özellikle HDP ve MHP üzerinde çeşitli senaryoların oynanabileceğine dikkat çekti.

Erdoğmuş’un sorularımıza verdiği yanıtlar ürkütücü olsa da, özellikle muhalefet partilerini ve kamuoyunu uyarmak açısından da önemli işlevi olacağını düşünüyoruz.

***

Sayın Erdoğmuş, bir yandan kamuoyu 1 Kasım seçimlerine hazırlanırken, bir yandan da seçimlerin ertelenebilme ihtimali tartışılmaya başlandı. Bunu ilk dillendirenlerden birisiniz. Bu kanıya nasıl varıyorsunuz?

-Evet, ben “savaş” ve güvenlik gerekçesiyle seçimlerin ertelenme ihtimalini önemli buluyorum. Özellikle Bölge’de şu anda yaşananlar bir kabus. OHAL’i de aşan koşullar var. Faili meçhuller, infazlar ve çatışmalarla tam bir kaos yaşanıyor. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Ya örgüt bir şekilde eylemsizlik kararı alır veya seçim tehlikeye girebilir.

Ülkenin Batı’sında da yeniden bölünme endişesi oluşturularak kaos ve belirsizliğin ülke geneline yayılması isteniyor. Her gün cenazeler geliyor ve acılı aileler isyanda…

Savaş karşıtı bütün muhalif kesimler üzerinde bir korku ve tehdit oluşturularak, fark gözetilmeksizin muhalefet susturulmaya ve tasfiye edilmeye çalışılıyor. Daha ileri gidilerek şehit yakınları göz altına alınıyor ve böylece diğerlerine de göz dağı veriliyor.

Anlaşılıyor ki; “Çözüm Süreci” üzerinden bir savaş ortamı planlanmış. Hiçbir makul gerekçeyle açıklanamayacak şekilde diyalog süreci sona erdirildi.

Buna Suriye’deki gelişmeler de eklenince 1 Kasım’da seçim yapma koşullarının ortadan kaldırılmaya çalışıldığını, yapılsa bile sağlıklı bir ortamda, sağlıklı sonuçların alınabileceği bir seçim ortamı olacağını düşünmüyorum. Tabii ki bu durum, iktidar partisi için seçimi kaybetme riski oluşursa mümkün olur.

-Nasıl bir ortamı işaret ediyorsunuz?

-Seçim sürecinde, HDP ve MHP’ye çeşitli manipülasyonlar ya da operasyonlar yapılabilir.

-Ne tür operasyonlar?

-HDP için birçok senaryo dillendiriliyor zaten. Örneğin taşımalı sistemle seçmenlerin oy kullanamaz hale getirilmesi, ilçeler ve köylerde halkın evlerini terk etmek zorunda bırakılması, güvenlik güçlerinin baskısıyla tehdit altına alınması gibi… Dikkat edin operasyonların ve çatışmaların olduğu il ve ilçeler, HDP’nin 8 Haziran seçimlerinde neredeyse oyların yüzde 90’nını aldığı yerler.

Ayrıca HDP hem iktidarın hem de örgütün baskısı altında. KCK açıklamalarına dikkat ediniz. Sanki örgüt ve iktidar bir ortak paydada buluşmuş gibi. Oysa Türkiye’nin ihtiyacı olan, HDP’nin güçlenerek örgüt üzerinde daha etkili olabilecek bir siyasi aktör haline gelmesidir.

MHP üzerindeki manevraları da görüyoruz. Örneğin Tuğrul Türkeş’in seçim hükümetine bakan olarak getirilmesinin partide yarattığı sıkıntı.

Yine, Başbakan Davutoğlu ve yanında birkaç kişinin Tuğrul Türkeş’le, Alparslan Türkeş’in mezarını ziyaret etmesi MHP üzerindeki bu manevraların devamının geleceğinin önemli bir göstergesi. Milliyetçi oyları kazanabilmek için SP (Saadet Partisi)ve eski ülkücüleri de yanına almaya çalışabilir, hatta daha önce örneklerini gördüğümüz gibi kaset operasyonları gündeme gelebilir.

Başka vahim senaryolara da başvurulabilir. HDP ile MHP tabanını çatıştıracak, HDP’lilere yönelik suikast girişimleri bile olabilir. Şiddet sokaklara taşınabilir. Türkiye bu kadar ciddi bir badirenin eşiğinde.

“HÜKÜMET, KIBLESİNİ SAVAŞ VE KAOSA ÇEVİRMİŞ”

-“Havuz medyası” olarak da adlandırılan Ak Parti’ye yakın medya dışındaki medya gruplarına ve gazetecilere yönelik operasyonları bu kapsamda mı değerlendiriyorsunuz?

-AK Parti bir seçim stratejisi değil savaş stratejisi yürütüyor. Hükümet, kıblesini bir savaş ve kaosa çevirmiş görünüyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünün, muhalif bütün kişi ve kurumların üstünde kurulan bu baskının başka türlü izahı olamaz.

Rotayı, demokrasiyi iptal ederek, otoriter tek adam rejimine kıran bir yönetim anlayışı var. Devlet kurumlarında ideolojik kadrolaşmalar yaparak, devleti tümüyle ele geçirme çabası hâkim. Buna devleti yönetmek yerine, devleti ele geçirme siyaseti denir. Bu anlayış, toplumun parçalanmasına, bölünmesine ve farklı grupların birbiriyle çatışmasına yol açar. Bu çok vahim bir durum.

“BEDELİ AĞIR OLUR”

-Savaş ve seçimlerin 1 yıl ertelenmesi AKP’ye ne kazandırır?

Eğer sistemin Sayın Erdoğan’la birlikte yeniden inşa edilmesi planlanıyorsa savaş, kaos bunu kolaylaştırır. Bu bir yöntemdir. Bölge’de örnek lider profili artık Rusya lideri Putin’dir. Türkiye için de model olarak mı düşünülüyor, doğrusu emin değilim ancak aklımdan da geçmiyor değil. Yok şayet bürokrasi ve sandık gücü ile devletin tüm kurumlarını, geleneklerini, işleyişini zorla değiştirme hamlesiyse bu, o zaman bunun bedeli olur. Bu da demokrasinin askıya alınması ihtimalidir.

“HER ŞEYE RAĞMEN DİRENECEK DEMOKRATİK KÜLTÜR GÜÇLÜ”

“Sistemin Erdoğan’la birlikte yeniden inşası” ne demek ve bunu isteyen güç odakları kimler olabilir?

AK Parti iktidarının ikinci döneminden itibaren başlayan bir kurumsal ve siyasi yapı var. Bir taraftan devlet kurumlarında yapılanırken, (YÖK, Yargı, Emniyet, İstihbarat, Üniversite ve benzerleri…) diğer taraftan medya ve sivil alanda örgütlenmeyi başardılar. Onlarca TV kanalı ve gazete, yüzlerce yeni dernek, vakıf, platform gibi oluşumlarla örgütlü bir kitle oluşturdular. Zaten var olan ve himayesi altına giren dini cemaat, tarikat ve grupları da buna dâhil edersek, işin boyutu anlaşılır. Tabi bütün bunlar Sayın Erdoğan’ın etrafında ve bağlılığında şekillenmiştir. Türkiye’nin Batı ile ittifakına ve demokrasiye karşı unsurları da buna ilave edersek devasa bir güçten söz ediyorum.

Kuşkusuz ben bunun gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Her şeye rağmen Türkiye toplumunda bu inşaya karşı direnecek demokratik ve siyasi kültür güçlüdür.

“70’Lİ YILLARA DÖNEBİLİRİZ”

-Biz 7 Haziran seçimlerinin Türkiye için kritik bir viraj olduğunu düşünüyorduk ama anlaşılan 1 Kasım yeni bir dönemeç olacak…

-1 Kasım, Türkiye’nin yönetilemez hale gelebileceği bir gidişin son durağıdır. Ya vesayet sona erer ve Türkiye rotasını yeniden demokratik-hukuk devletine çevirir, ya da seçim ertelenerek, Türkiye kaosun daha da derinleştiği, şiddetin toplumun tüm kesimlerine yayıldığı, toplumun farklı kesimlerinin birbiriyle çatıştığı, mevcut iktidar anlayışı ile artık yönetilemez hale geldiği bir noktaya gelir. Yani artık sadece Bölge’yle sınırlı kalmaz. Tıpkı 70’li yıllardaki gibi sokaklarda, üniversitelerde çatışmalar başlar, farklı kesimlere yönelik faili meçhuller, suikastlar düzenlenir, kimse sokağa çıkamaz hale gelir.

Yakın tarihte Cizre’de üç sivil insanımız, kafasına sıkılan kurşunlarla öldürüldüler ve failleri meçhul. Diyarbakır şehir merkezinde iş yerinin önünde öldürülen AK Parti Gençlik Kolları Eski Başkanı Yunus Koca buna örnektir. Bölge’de JİTEM yapılanmasından söz ediliyor.

- Yani 70’lerin sonunda olduğu gibi yeni bir darbe ihtimali mi görüyorsunuz ufukta?

- Evet, alternatiflerden biri de darbedir. Bu da kara bir tablonun kapkara olması demektir. Geçmişte yaşadık. Bir kesimin devleti kendine ait kılarak ya da öyle görerek, kendisi dışındaki bütün kesimleri düşman görmesi müdahale zemini oluşturur, darbeye yol açılmış olur. Türkiye böyle bir ihtimali geride bırakmış değil. “Çözüm Süreci”ni bitirmek ve Suriye’ye yönelik operasyonlara İttifak güçleriyle birlikte katılmak, toplumsal kutuplaşma ve ayrışmaları derinleştirmek, askere yeniden siyaset üzerinde bir hâkimiyet alanı açmak demektir.

“SİVİL SİYASET AYAĞA KALKMALI”

-Erdoğan’ın fiilen “Başkan” olduğunu, anayasanın ve yasaların buna uydurulması gerektiğini söylemesi üzerine “sivil darbe” tanımı yapıldı. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?

Hukukun işlemediği, Yargının vesayet altına alındığı, demokratikleşme reformlarının askıya alındığı, muhalefetin susturulmaya çalışıldığı bir ülke yönetiminden söz ediyoruz. Sayın Erdoğan fiili bir durum oluşturmuştur. Anayasal düzenleme yapılmadan ülkeyi fiili olarak bir başkan gibi yönetmekte ve TBMM’den yasaların bu fiili duruma uydurulmasını talep etmektedir. Buna demokrasi mi diyeceğiz?

Düşünce ve fikir hürriyetinin olmazsa olmazlarından biri şüphesiz medya özgürlüğüdür. Bugün özgür medya bir baskı ve tehdit altındadır. Zaman ve İpek medya grupları başta olmak üzere habercilik hakları bile elinden alınmakta ve bu gruplara hukuk dışı operasyonlar yapılmaktadır. Özgür aydınların, akademisyenlerin, yazar ve sanatçıların halini siz düşünün. Muhalefetin olmadığı yer karanlıktır. Ve bugün Türkiye ne yazık ki karanlık bir koridorda yol almaya zorlanmaktadır.

“TEK BAŞINA İKTİDARA SANDIKTA GEÇİT VERİLMEMELİ”

- Bu gidişat nasıl engellenebilir peki sizce?

- Sağduyu ve duyarlı kesimlerle birlikte demokratik sivil siyasetin ağırlığını koyması, inisiyatif alması ancak bu gidişi engelleyebilir. Maalesef CHP de MHP de demokratik siyasi kanalları açacak, sivil siyasetin alanını genişletecek siyasi aktör olmaktan uzaklar. 7 Haziran sonrası önlerine çıkan fırsatı değerlendiremediler, meclis başkanını bile seçemeyip Ak Parti’ye armağan ettiler.. İktidar ve muhalefet, esas itibariyle aynı havuzda bulanık suda yüzüyor. Mevcut partilere alternatif değil, mevcut siyasete alternatif yeni bir sivil siyasete ihtiyaç vardır. Bu anlayışın bir siyasi partiye dönüşmesi, 1 Kasım’dan sonra kuvvetle muhtemeldir.

Bugün ise, meclis dışında, sivil toplum kuruluşlarının, aydın, yazar ve sanat çevrelerinin öncülüğünde kamuoyunun demokratik yollarla baskı kurarak ancak bu gidişi durdurabileceğini düşünüyorum. Tabi ki tamamen demokratik sivil barışçı yöntemleri kullanarak, meclis ve iktidar üzerinde baskı kurulması gerekir. En önemlisi de tek başına bir iktidara sandıkta geçit verilmemeli.

“ŞİDDET SENARYOLARININ MALZEMESİ OLMAMALIYIZ”

-Ama İç Güvenlik Yasası, aylar önce tam da bunun önünü kesmek için çıkarılmadı mı? 1 Eylül Barış Günü nedeniyle sokağa çıkan insanlara bile şiddet uygulandı, gözaltına alındılar. Bu dediğiniz nasıl mümkün olacak?

Acımasız, insafsız bir uygulama ile karşı karşıya olduğumuz doğru. “Savaşa Hayır” diyenler bile susturuluyor. Ancak her şeye rağmen bu zor olanı aşmak durumundayız. Bunun için de öncelikle yayılmaya çalışılan korku algısını yıkmalıyız. Cesur olmalıyız, kararlı olmalıyız ve asla şiddet senaryolarının malzemesi olmamalıyız. En azından oy kullanarak bir irade ortaya koymalıyız. Cesaret, inanç ve kararlılık şart. İç Güvenlik Yasası, polis ve muhaberat devleti inşa etmeye yönelik gibi. OHAL rejiminin alt yapısı bu yasa ile sağlanmış durumda. Tamamen sivil ve siyasi girişimleri engellemeyi amaçlamıştır. Bu yasa ile iktidar gücüne boyun eğmeyen herkes tehdit ve baskı altına alınmıştır. Hukuk dışı ve anti-demokratik devlet gücü ile toplum tedip edilmekte, muhalefet sindirilmektedir.

“AK PARTİDE KADER ORTAKLIĞI, ÇIKAR İTTİFAKLARI VAR”

-Peki AKP içindeki milletvekillerinin tamamı bu gidişatı onaylıyor mu ki hiç ses çıkmıyor?

-Başta milletvekilleri olmak üzere AK Parti müttefiklerinin desteklerini çekebilmeleri için, geçebilecekleri, kendilerini koruyabilecek yeni bir siyasi kanalın açılması gerekir. Bu olmadan partiyi terk etmezler. Bir kader ortaklığı oluştuğu gibi, parti içinde çıkar ittifakları var. Zaten Erdoğan da bunu bildiği için partide alan temizliği yaptı. Bugün itibariyle Parti içinde sağduyuya çağıran bir ses duymak zor görünüyor. Eğer 1 Kasım seçimleri yapılabilirse, ondan sonra demokratik bir hamle alternatifi doğabilir. Ve AK Parti içinde de ciddi kırılmalar yaşanabilir.

“ABDULLAH GÜL’ÜN ÇOK GEÇ KALDIĞINI DÜŞÜNÜYORUM”

AKP tabanında çok önemli bir ağırlığı olan, kamuoyu araştırmalarına göre partinin başında görmek istedikleri Abdullah Gül’ün partide bir etkisi olabilir mi?

Sayın Gül AK Parti’nin kurucularından. İlk Genel Başkanı, ilk başbakanı ve ilk cumhurbaşkanı. Kurucusu olduğu AK Parti’ye karşı bir tavır koymasını beklemek pek gerçekçi değil. Ancak, parti içinde yer alarak, bir rol üstlenerek partinin dönüşümünü sağlayabilirdi. Cumhurbaşkanlığı süresi henüz bitmeden böyle düşündüğünü biliyoruz.

Erdoğan, bu olasılığı gördüğü için Kongreyi öne çekerek partiyi tamamen yeniden şekillendirerek bunu önledi. Gördüğünüz gibi 30 Ekim Resepsiyonu’na çağrılmadı, hatta partinin kuruluş yıldönümüne bile davet edilmedi. Gül’ün davet edilmesinin “sehven” yapılan bir hata sonucu unutulduğunun açıklanması bile bir mesajdı, yol göstermeydi ve yollar ayrıldı.

Sayın Gül’e gelince, haklı olarak hep kendisine ihtiyaç duyulacağına inandı. Yine haklı olarak teklif bekledi ama olmadı ve olmayacak da. Erdoğan, tamamen hâkim olduğu AK Partiyi bırakınız birine teslim etmeyi, paylaşmayı dahi düşünmemektedir. Bunu merhum Erbakan ve merhum Ecevit örneklerinde de gördük.

Abdullah Gül’ün artık parti içinde bir rolünün olamayacağını, böyle bir zeminin kalmadığını, bu konuda Gül’ün çok geç kaldığını düşünüyorum. Sayın Gül önemli bir aktördür. İçerde ve dışarıda önemli bir desteğe sahiptir. Ancak bu potansiyelini AK Parti dışında bir siyasi hareket için kullanıp kullanmayacağını bilmiyorum, bu ihtimali dahi zor görüyorum. Bu kaos ortamında etkin bir akl-ı selim sese ihtiyaç var ama Sayın Gül sessiz kalmayı tercih ediyor. En azından uyarı görevini yapabilirdi. Umarım sessizliğini bozar.