Cehalet üçgenindeki topraklarda her şey çorak oluyordu. Çürümeye yüz tutan hayatın hürafileştirilenleri bir dokunmazı dizayn etmişlerdi. Tabu, korku sendromuna dönüyordu çevresinde ve dokunan yanar ya da yakılırdı. Bu binlerce yıldır süren gelenekti. Yeryüzünde insanın ürettiği, yarattığı, dizayn edip yine kendisine dayattığı şey gökyüzünün gece karanlığında saklanmıştı. Herkes kafasının üzerinde yuvarlak beyaz çevirmeni olan adamı dinliyordu. Cübbeli ve sarıklı yaşamın dayanılmaz saldırganlığı mahalle baskısına dönüyordu. Minareler kılıfımız isimli şiiri onu birkaç ay dört duvar arasına hapsettirmişti, sonra ezanı bırakıp ülkenin en büyük kürsülerinde, medya stüdyolarında konuşmaya başladığında korkulanlar olmaya başlamıştı. Silivri ve Diyarbakır hapishanesine doldurulmuştu muhalifleri, bazen de Pozantı veya Sincan gibi yerlere. Yavaş yavaş ilerledi, öyle ki 80 yıldır dövemediklerini şimdi arkasına aldığı devlet erkanıyla linç edip içeri atıyordu. Sokak ortalarında copluyordu, bazen topluca durdurup su ve gaz sıkıyordu, durmayıp kaçanlara da bazen plastik, bazen de gerçek mermi sıkıyordu. O da yetmedi bir gece yarısı köylerine dönen atlı 35 Kürt köylüsünü dünyanın en gelişmiş savaş uçaklarıyla katletmişti.

Artık ispatlanmış bir koltukluydu, ilan edilmemiş bir padişah olarak medya tarafında da tasdik edilmişti. Sadece medya mı hatırı sayılır para babaları, ömründe bir kitap dahi okuduğu şüpheli büyük topluluklar tarafından kabul görür liderliği.

Yani çare yok ve o yaratılmış en son temsilcisiydi ya da kurtarıcısıydı üçgende ibadete duranlar için. El birliğiyle bir otorite ve üzerinde oturan adam yaratılmıştı artık.

Okumuyorsan hayata dair, dünü, bugünü, yarını, yani evreni öğrenmiyorsan düşünmüyorsundur, eksiksin eksik... Düşünmüyorsan üretmiyorsundur doğrudan ve güzelliklerden yana, öyle ya bir projen de yok demektir! Kısırsın, kısır yani erkeksin ve lakin evreni de yönetmeye soyunmuşsun!... Aydınlatanları da çağırıyorsun cehaletin cenderesinde yanmaya! Öyleyse yakacaksın ne kadar yakıcı ve yüce olduğunu ispatlamak için... Yaktıklarını ve yakacaklarını lanetli ilan ettin, otoriten biraz daha sağlamlaşmıştı elbette... Ama bu geçiciydi be adam!

Cehaletin cedlerine sığınarak hüküm sürülmez! Yeni karşısında bütün eskiler birer çürümüş olarak toprak olur. Dünyayı değiştirecek, dönüştürecek ve yeniden insanlığın gezegeni yapacak olan bilimin takipçileri birer birer el ele tutuşurlar. Bir ateş yakarlar karanlığın ortasında ve bir şölen başlar yarına dair. Unutma yüzlerce, binlerce yıllık insanlık tarihi, evrenin tarihi hep yeniyi kucakladı.

Hiç yeni değilsin ki. Yeniymiş gibi deklare edildin sadece, çünkü öyleydi ihtiyaç listesinde yazılanlar. Seksen yıl nadasa yatmış tarla gibi geleni geçeni izledin, gözledin ve bir müsvette kağıda yazdın olanları. Sonra temize çektin Amerika boyasıyla doldurulmuş kaleminle. Rüzgar yardım etti ve tarlada çıkıverdin.

Güneşten kaçan koyunlar gölgeye sığınırlar yada birbirlerinin kuyruklarına düşen o küçük gölgeyi siper edinip tespih gibi akar giderler. Gidilen sandıklarda yetişkinlerin yarısına yakını bu çobanı baş tacı olarak seçer. Oysa yeni adına hiçbir şey yoktu eskilerin, denemişlerin bir başka elle topraklara dokuyuşu söz konusuydu.

Yeni olan her şeye karşı çıktın. Sosyal medyaya girmeyin, en az üç çocuk yapıp evlerinizde oturun demiştin. Bunları salık verirken aksi davrananları hep aşağıladın, dıştaladın, azarladın, küfürledin, ötekileştirdin, yok saydın veya sürekli hiçler hanesine kaydettin. Toplumsal gerçeğin üzerini görünmez bir renge boyamaya çalıştın. Yatak odalarına, sofralarına, giyimlerine, eğlencelerine hatta yemek ve içmelerine kadar müdahale ettin. Özel yaşam bitiriliyordu, herkes modern birer köle olacaktı dizayn ettiğin sisteme.

Özel hayatıma karışma, çocuklarıma, yatak odama, rengime, cinsime, ırkıma, inancıma, kültür ve kimliğime, sosyal yaşam ve düşünceme müdahale etme be adam! Yeni bir toplum mühendisliği yaparak bin yıldır başarılamayan toplumsal hürafi yaşamı dayatma, dizayn edip önüme sürme be adam!

‘Sen kimsin’ dedi aniden sessizce karanlığın ortasında parlayan bir ışık kadar günahsız bir ses ve bununla uyandı koca bir hayat!

Zaman şöyle hafifçe fısıldadı kulaklara, köhne düzeni affetme evlat!... Sanki göz kırpan bir gençti ve rüyada uyanan sevgililerin kalp çarpıntısı hasıl oldu ağaçların altında. Öfkeleri dahi sevinç parıltısıyla süslenmiş gibiydi... Son derece sempatik dünyalıydılar her canlıya dosttular...Sonra gölgeden dışarı taştılar, güneşi de yanlarına alıp meydanları doldurdular, her şeye inat bizimdir bu hayat!

Yeryüzünün lanetlileri sistemin köleleriyle buluştular. Güneşin etrafında dönüyorlar...her dönüm ısınmak ve ısıtmak içindir.. bu yarattığın zifiri karanlık ve bir o kadar da soğuk cehalet cehenneminden kurtulmak için güneşi her gün kucaklayan lanetlilerin korosu büyüyor. El ele, omuz omuza, yürek yüreğe ve dalga dalga geliyorlar!

Parklarda, sokak ve meydanlarda çoğalarak, adaleti, eşitliği, paylaşımı ve demokrasiyi dipten kavraya kavraya, uygulaya uygulaya, ilmik ilmik örerek ve özümseyerek geliyorlar.

Zulmüne karşı direne direne geliyoruz! Yeryüzüne ve gökyüzüne aşkın, adaletin ve özgürlüğün egemen olmasını sağlamak için güle güle, yana yana, öle öle geliyorlar!

Kimse karşı koyamaz, dayanamaz başkaldırı karşısında. Yarım yüzyıldır bu kadar muhteşemce buluşamamıştı bütün ezilenler. Üç beş denilen ağaçların ağlayan yaprakları o gecenin şafağında kan damlaları akıtmıştı çadırların üzerine. Çoğalan kanların parıltısı ışık olmuştu her karış toprağa ve silkindi sessiz çoğunluk. Ağzından sadece iki cümle çıktı… Her yer Taksim, her yer direniş… Bu, daha başlangıç mücadeleye devam!

Ve sonra eklendi bu zincirin halkaları birer…

Ve yeni bir dünya, yeni bir hayat mümkündür! Taksim, bunu ispatladı…