Bir liderin kendi ihtirasını, ülkenin kaderiymiş gibi sunması, bir çelişkiye hükmetse de esasında siyaseten tanıdık bir argümana, denenmiş bir anlayışa dayanıyor.

Tarih boyunca "kabaca zorba" diyeceğimiz yöneticiler kitlelere ne kadar kolay egemen olduklarını, kitlelerin de bundan memnuniyet duyduklarını, hatta bir müddet sonra özgürlüklerini tamamen unuttuklarını söylediler. Doğrusu bu bir hakikate işaret ediyor, şöyle ki; kitlelerin bir miktar faşizm tutkusu vardır.

Oysa kitleler desteklerini çekecek olsa, hiç yoktan unutmaya heves ettiklerini hatırlasa, özgürlüklerini gasp edenlere inceden bir esintiyle karşı koysa, zorbalık düzenini tahkim edenler anında güçlerini kaybedecektir. Burada yapılması gereken tek şey " eşikte ekmek kırıntılarını toplamak" dışında bir getirisi olmayan işbirliğine son vermektir.

Gelin görün ki tebasına en vahim kötülükleri eden, cezalandırmayı, yok saymayı, yok etmeyi yöntem olarak benimseyen tiranların başına bile bu gelmez. En çok kötülük eden, en zorba olan, en çok sevilendir.

Zorbalığa tapınma ciddi bir gizemdir bu anlamda. Sorgulanmaya değer, anlaşılması güç çelişkiler barındırır.

İnsanları aç bırakan, özgürlüklerini fesh eden, yaşam haklarını kendi buyruklarıyla neticelendiren, bana göre hiç bir değer taşımayan bu kişiliklere gösterilen "ölçüsüz sevgi" bir kader midir yoksa gönüllü mahrumiyet midir?

İnsanların içinde bulundukları düzeni koşulsuz kabul etme, iradelerini, yönetenin iradesi içinde yitirme, eziyet içinde olmalarına rağmen o kişinin adına ve hükmettiği düzene büyülenmişçesine hizmet etmeleri sizce de korkunç bir manzara değil mi ve daha büyük trajedilere yol açmıyor mu?

***

Esnafın; güvenlik gücü, muhtarın; milis olarak tayin edildiği Türkiye'nin ileri demokrasisine bakmadan evvel, ölçüsüz sevgi gösterileriyle tiranlara hizmet eden, şımarık yöneticilerin eziyeti altında can çekişen toplumlara göz atalım isterseniz.

Ünü eski zamanlardan günümüze taşan Roma İmparatoru Neron'nun, kaçıp saklanacak bir yeri olmadığını anlayınca, boğazına bıçak saplayarak kendisine hazırladığı kötü son, günümüz zorbalarının tarih bilinci için yeterli ölçüde ibret vericidir. Lakin yapıp ettiği bütün kötülüklere rağmen, Roma halkının ölümün masumiyetiyle hareket edip yas tutması, matem havasına bürünmesi de bir bakıma gönüllü mahrumiyettir.

Alman ırkının üstünlüğünü kanıtlamaya çalışırken dünyadaki en büyük katliamları gerçekleştiren Adolf Hitler, Führer yani Lider’di, öyle anılıyordu. "Hasta ruhu" kitleleri büyülemesine mani olmadı. Evet dehşet yaratan bir şiddet vardı ve bu muazzam bir korku hikayesi olmuştu, ama bu korkuya büyülenmişçesine kapılan milyonlar da vardı.

AKP'nin kara faşizmine karşı etkili muhalefet ön plana çıkınca, AKP'li yöneticilerin birer kovboy edasıyla silahın namlusuna üfleyerek, mermi hesabı yapması, parti içi muhalefetin ihanete ve infaza dönüşmesinin tarihte karşılığı var mı diye merak edip göz attığımda; Josef Stalin'nin parti konuşmalarında kendisini 32 dişini göstermeden dinleyen, alkışı esirgeyen delegeleri bile öldürttüğüne tarih tanıklık etmiş.

Kendisine karşı muhalefete izin vermeyen faşist liderlerden biri de Nikolay Çavuşesku'ydu. 10 bin kişinin ölümünden sorumlu bir tirandı ama bu bile keyfinden ödün vermesine imkan vermiyordu. Devasa sarayı, gösteriş merakı, bizdekine benzer bir görgüsüzlük, bizdeki iğrenç şatavatın gerisinde kalan rahatlığıyla "Karpatların Dâhisi" lakabına sahipti.

Zorbalıkları aşikar olan tiranların, ahirleri de bir o kadar hazindir. Saçmalayarak yüzbinlerce insana nutuk atan Führer'in intihar etmesi, Karpatanların Dâhisi Çavuşesku'nun, kurşuna dizilerek öldürülmesi, Tikrit'in Büyük Abisi Saddam Hüseyin'in, bir kuyudan bitlenerek çıkarılıp idam edilmesi, hazindir ama hakkın tecellisidir.

"Zulüm ile abâd olanın ahiri berbat olur"

İçinde baş eğdirmenin, hakimiyet kurmanın, bir tür faşizme dönüşen taraftar toplama algısının tıpkı Steag Learson dile getirdiği gerilimli yüzleşme sahnelerine benzeyen bir kopuklukla toplumsal alandan taşarak bireysel alanlara iz bırakan bir tahribat, düzeltilmesi güç hasarlar verdiği ülkemizin siyaseti ve "bir ben varım, benden ötesi yalan" diyen Tayyip Erdoğan'ın gidişatı üzerine farz-ı ayan olsa da söz söylemek yerine sözü onlara bırakmak daha makul geliyor bana.

"Kendileri sırça köşklerinde keyif sürerken, bu milletin masum evlatlarının kanı üzerinden demagoji yapanlar sadece korkak değil aynı zamanda alçaktır." Bu sözleri okuyunca Tayyip Erdoğan'ın savaş karşıtı politikaları önemsediğini düşünebilirsiniz ama hiç de öyle olmadığını göreceksiniz.

“Operasyonlar devam edecektir. Bu iş bitsin diyen kardeşlerimiz oluyor. Şahadet makamı kıyamete denktir…” Savaşın devamında yana olanları korkaklık ve alçaklıkla itham eden Erdoğan, bu sefer de savaş bitsin diye mızmızlanan "savaşın kurbanlık koyunlarına" savaştan geri durmayın, ne güzel şehit olacak, ahiretinizi kurtaracaksınız diyor.

Bir Allah'ın kulu da sormuyor ki; madem işin ucunda şehit olmak var, madem bu makam kıyamete denktir, madem ulvi kahramanlık destanları bu uğurda elde ediliyor, o halde niçin sizin çocuklarınız savaşa gitmiyor, niçin siz şehit olmuyorsunuz, derdi İslâm olanın yüreği şehitlik için atmaz mı?

Arada bir mızmızlansa da; aç kalan, acı çeken, madenlerde ölen, sokaklarda apansız dövülen, sövülen, kurşun yiyen, savaşa giden, bir tabutla evine dönen halk halinden memnun. Savaşın saltanatını sürenlere sevgi ve muhabbet çığ gibi büyüyor.

Bu durumda insan sormadan edemiyor; Kâbus Paşalar mı zalim, yoksa zulme gönül verenler mi suçlu?