Bu hafta iki gün Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Kampüsünde Edebiyat ve Delilik adlı sempozyuma katıldım, dinleyici olarak elbet. Orada atölyeden tanıdığım bir arkadaşımı gördüm, daha doğrusu son dakika tanıdım. Hoşuma gitti onu yazarların arasında görmek. Öyküleri ve kendisi sıra dışıydı. Böyle bir etkinliğe yazar olarak çağrılmasının yerinde olduğunu düşündüm.

İlk defa katıldığım bir şey söyledi. Delilik, dedi edebiyatta kod olarak kullanıyor. Aslında işsiz olduğum dönem incelemiştim. Hikayecilerin anlattıkları, biyografileri, hatta kitabın arkasındaki tanıtım yazısı, kodlardan oluşuyor. İleride bu kodlar bilgisayara verilip bir hikaye kendiliğinden yazılabilir şayet bunun programı yapılırsa. İlham diye bir şey yok, dedi ben buna inanmıyorum, matematikçi birinden bahsetti adam intihar etmiş, adını söyledi şimdi unuttum, benim için en iyi yazar o dedi. Mesela insanların hikayelerinde hayvan olarak hep kedi ve martı varmış.

Bunun sebebi kedilerin popüler bir sevilesi hayvan, martı kitabının da popüler okunası bir kitap olması olabilir. Onları kodlayan algıları da her neyse. Belki o da bunu demek istemiştir ama ben onun dedikleri hiçbir zaman tam anlamadım.

Yazar İbrahim Yıldırım söze başladığında, benim kahramanlarımın hastalıkları henüz tıp dilinde teşhis edilmemiş hastalıklar, kitaplarımda geçen psikologlar da maalesef henüz gerçek hayatta yoklar ve bana insanlar dolaylı yoldan soruyor, siz de bu hastalıklardan en az birine yakalandınız mı? Hastane de yattınız mı diyorlar. Ben kesinlikle hasta değilim, doktorda ama bu insanları gayet güzel yazıyorum. Son cümleler bana ait elbet ama alt metni buydu söze girişinin. Gerildim elbet 24 senelik manicdepresif bir kadın olarak. Ben dedim seni gökten depresif kuş tutup indirsen onu da yazsan okumam. Sonra ne dedi hatırlamıyorum. Murat Gülsoy, sözü aldığında aslında karıştırmamak lazım dedi, doktorlar tarafından tanı konmuş hastalar sanrı halinde yaratıcı yanlarını bir süre ortaya çıkarabilirler ama bir yaratıcı yazar gibi eser ortaya çıkaramazlar. Ben yerimde bir daha hopladım elbet. Hastalanan, sonrasında yazarak şifa bulan biri olarak daha çok öfkelendim. O anda öfkem ilhama dönüştü, kızdım kendime bu kadar tetiklendiğim için kalkıp gitmek geldi içimden, git bir köşede yaz dedim. Hazır hezeyan geçiriyorsun, kaçırma bu fırsatı.

Merakıma yenik düşüp kalkmadım yerimden, bekledim edebiyatta deliliği nereye koyacaklar diye.

Fransız Lape’nin konuğu olduğum zamanlarda orada bir kadın tanımıştım. Nişanlısından ayrılmış, sürekli yazıyordu. Kağıt mendillere, kollarına, onun bu telaşı beni korkutmuştu. Acısı o kadar taşmıştı ki etrafımdakilere sormaya da çekinmiştim. Zaten biz birbirimizle konuşmazdık. Öyle hatırlıyorum. Oturur televizyon seyreder, Fransız rahibelerin getirdiği ilaçlarımızı içer, uslu uslu odalarımıza çekilirdik ama hiç kimseyle konuşmayan kızın beden dilinin konuşkanlığını, telaşını hiç unutmadım. Şimdi düşünüyorum da belki abartıyorum yazan yanımın hayalciliği yüzünden sanki etrafını saran acıdan oluşmuş bir aurası vardı.

Artık iyileştiğime kanaat getirip doktorumdan bunun teyidini almak için yanına bu sefer kendi isteğimle gittiğim bir gün, bana koğuş arkadaşlarımdan haberler vermişti. Onların durumlarını benimle paylaşmıştı artık ilaçlarla normal biri haline geldiğime göre sohbet etmemiz de normaldi. Yazdığımı söylediğim de onu da normal karşılaşmıştı. Senin deneyim yaşayan bir çok hasta yazmaya başlıyor demişti.

O zaman öğrenmiştim, sevdiği adamdan ayrıldığı için taşan duygularını yazma ihtiyacı hisseden kadının hikayesini.

Bugün ilaçlarımı sıradan normal insan olmak için her sabah alıyorum ama biliyorum ki onları almazsam tıpkı Ali Akay’ın anlattığı gibi biri olacağım. O bize Monomani, Erotomani ve Yorum Hezayanından Organsız Beden’e başlıklı bir sunum yaptı. Orada Fransız sanat tarihçi ve yazarlardan söz etti. Algılarını açmak için meskalin kullanan ve algıladıklarıyla belki de hiçliğe ulaşıp akıl hastanesine giden sanatçılardan bahsetti.

Organsız beden hali, merkezden emir almayı ret eden bir düşünce şekli, vücudun her bir organının kendi başına bir işlevi olduğu ve emirle çalıştığı algısından oluşuyor. Bunu ret eden insan aynı zamanda kendilerinden çıkıp toplumsal hayatın içinde de itaatsizliği seçiyor. Böyle bir algıya sahip olmak için, içindeki beni nüfus edebildikleri her hücreye, parçaya dağıtıyorlar yanı kendilerini parçalıyorlar, zihinsel olarak elbet.

Psikiyatristlerin, hasta tanısı koyduğu insanlar ise böyle bir duyguya yani algının açılıp saçılmasına aniden bilinçsizce yakalanıyorlar. Başlarına ne geldiğini bilmedikleri için de zamanla bu geniş algının içinde kayboluyorlar. İşte hastaneler bu devrede  insanların yoluna çıkıyor.

İnsan anın içinde aniden yırtılıp parçalara bölündüğünde, nesneler can buluyor. Kediler konuşuyor, köpekler yardım istiyor. Ağaca sarılırsa gövdesindeki çivinin acısını dindireceğini sanıyor insan. Kendindeki bu farklı hallerinin yükünü taşıyamadığında anormalliğe teslim oluyor. Bırakıyor kendini, düşünmekten vazgeçiyor. Şehrin elektriği de o zaman devreye giriyor. Sizi uzatıyorlar kadavra gibi bir tahtanın üzerine, burnunuza koyuyorlar bir bez ve siz, sizin gibi olanların yanında kendinizden geçtiğinizde, kalbiniz durmuş gibi beyninizin durmak isteyen hücrelerine yeniden can veriyorlar

Herkes benim gibi şanslı mı bilmiyorum. Ben yazılarım da oraya gasilhane diyorum, gerçi hiç ölmedim, yıkamadı kimse beni, görmedim orayı, kimseyi yıkamadım. Ama şakaklarıma elektrik verilmesi için uzandığım saatler aklıma geldiğinde, hep bu kelimeyi kullandım. Gasilhane.

Doktorumun bekleme salonunda genç bir kadın tanımıştım. İstanbul’da ki tüm akıl hastanelerinde şok tedavisi görmüş, galiba altı tane var şimdilerin ruh sağlığı geçmişin tımarhanelerinden. O gün onunla konuşurken kendi eski hallerimin duygusunu yakalamıştım onda. Bazen olmuyor, yetmiyor, şehrin elektriği diye düşünmüştüm.

Niyetim böyle bir yazı yazmak değildi, uzun zamandır kendimi tanımlarken sadece yazan diyorum, manicdepresif olduğumu unutalı çok zaman oldu. Sanırım iki gün sığındığım edebiyattaki delilik beni yeniden tetikledi. “Ötekilerin” duygusuz söylemlerinden fazla tetiklendim. Yeniden meydanlarda kendimi dövme ihtiyacı uyandı içimde.

Katılımcılardan biri, en kötü yazarların kendi hayat hikayelerini anlatan yazarlar olduklarını söyledi. Onların anlattıkları sadece birer anı olduğundan bahsetti. Oysa kendinden yola çıkıp hırpalamadan, ruhunu soymadan nasıl öteki tarafa geçer ki insan. Benliğinden uzaklaşıp üçüncü şahıs olarak yazabilmek için benliğe yolculuk etmek gerekir önce.

Kendi hallerimi bugün, ruhumun bedenimi seyrettiği zamanlar diye tanımlıyorum. Ruhum benimden ayrılmış uzaktan seyirci konumuna geçmişti. İnsanlar da boş bedenime boş beleş hiç kimseye söyleyemeyecekleri şeyleri söylerlerdi.

Doktorum bana bende ki halleri anlatsaydı o zaman anlar ve sakinleşir, kendi durumumu sakince kabullenir miydim bilmiyorum. Kabullenmezdim herhalde, yaşayarak deneyimleyerek öğrenme yolunu seçmişim, başka türlüsünü beceremezdim.

Yaşayarak öğrendiklerimi, hiç bilmeden ya da ne bildiklerini umursamadan dile getiren insanların arasında olmak beni gerdi.

Kocaali Üniversitesinden Esat Harmancı, “Aşkın Teslis İnancındaki Üç Deli” başlıklı sunumunda, Melamilikten bahsetti. Melamilik, tasavvufa antivirüs olarak ortaya çıkmış. Çünkü tasavvufun zamanla kurumlaştığını ve kirlendiğini düşünmüşler. Bu aklıma Ahi Evran ve Mevlana’ın durumunu getirdi. Mevlana sarayların düşünürüyken, Ahi Evran halkın yanında olan onların örgütlenmesini sağlayan kişi.

Her şeyde olan dengenin, düşüncedeki dengesi geldi aklıma.

Esat Harmancı, Divan edebiyatında şairlerin, Melamileri anlattığını ama yabancı ressamların Anadolu’da ki Melamileri resmettiğini böylece insanların onları daha kolay anladıklarını söyledi. Ya da ben öyle anladım.

Lisede failün mefailatun çekmek çok sıkıcı bir şeydi. Kimse bize Esat hoca gibi öğrendiğimizin önemini hatta ne öğrendiğimizi anlatmadı.

Hem eğitim niçindir, düşünce akışını durdurmak için, yani uzun zamandır böyle. Yoksa ben lisede şairlerin bana Melamileri anlattığını bilseydim. Şimdi bir Melami olmuştum belki de. Ya da başıma gelenleri daha tanıdık bulurdum ama kimse bana benim gibilere yalnız olmadığını söylemedi. Ben düşünmeyi, analitik yeteneğim olduğunu hatta zeki olduğumu okuldan kurtulduğum zaman fark ettim.

Sempozyumu dinlerken tez çalışmalarını yeni bitirmiş, okulda kalıp, eğitimci olmuş insanların seçtikleri yazarlar, deliliği edebiyat üzerinden anlatırken verdikleri örnekler, bana lise hayatımı hatırlattı. Eğitim sisteminin nasıl köreltici, kısıtlayıcı bir zincir olduğuna bir kez daha inandım.

Ölmemek için yazmak gerektiğini, hayattan sıkışınca sıvışılacağını, şiirselleşildiğini, ben kendi çabalarımla öğrendim. Kimse bana al çocuğum bak bu kitabı oku, demedi okul sıralarında, ben parasını ödedim satın aldım, yaşadıkça, sıkıştıkça, sezgilerimi kullanarak.

Bu sempozyum sayesinde algısı açık, sezgisi kuvvetli insanlar da tanıdım, onlardan birisi psikoloji tarihi konusunda uzman Fatih Artvinli, bize “Genç Osmanlı Dönemi Edebiyatında Tımarhanenin Temsili” başlıklı anlatısında üç kitaptan bahsetti. Bize o dönemdeki tımarhanelerin hallerini anlattı.

Tımarhanelerle ilgili ilk kitaplar olan bu eserler çok ilginç aslında. Mehmet Celal “İsyan” 1910 adlı romanında Fransız Lape ile Topbaşı hastanelerini karşılaştırmış, her birinde ikişer sene kalmış yazar. Oralardaki işkenceyi, zincire vurulmayı anlatmış. Mehmet Celal’in 40 yakın eseri var. Fazla içki içiyor ve yaşadığı dönemdeki padişaha muhalif biri.

Osmanlının en eski tımarhaneleri Süleymaniye Camisinin karşısında olan Süleymaniye tımarhanesi ve Topbaşı tımarhanesiymiş. Ayrıca Manisa ve Edirne Bimarhaneleri de varmış. İnsanlar başlangıçta delilerini evlerinde tutarken zamanla buralara bırakmaya başlamışlar. Muhtardan kağıt alır, baş edemedikleri çürük elmalarını buralara bırakırlarmış. İçeride çok az görevli olurmuş. Ağlamak, gülmek dayak sebebiymiş. Hiç yıkanmazlarmış. Gerçi beni de yaşlı bir kadın yıkamıştı. Bundan hiç hoşlanmamıştım ama beni tek başıma oraya koysalardı orada saatlerce otururdum. Çünkü hamam hiç gitmemiş biri için oturup düşünmek, tek başına kalmak için acayip uygun otantik, buharlı bir yerdi.

Zamanla buralar Bastil gibi bürokratlarında sakıncalı görülüp kapatıldığı yerler olmuş. Birileri girip sayım bile yapmış, acaba içeride söylediği bir sözden ya da düşüncesinden dolayı kimler kapatıldı diye.

Bir başka ilginç konu da Rüya Kılıç hanımın anlattığı ” Gerçeklik ve Kurgunun Sınırlarında İntihar” adlı sunumdu. 1927/30 yılları arasında doktorlar, gazeteciler ağız birliği etmiş gibi intiharı, ve intihar edenleri küçümsüyor, alaycı bir dille bahsediyorlarmış o tür ruh halinden. En çok o dönemde kadınlar intihar ediyormuş, azınlıklar değil Türkler intihar ediyormuş bir de milliyet olarak sıralandığında. Bunun nedeni savaştan çıkmış bir millet olmanın ruh haline bağlanmış ancak buna benim kafam pek basmadı. Savaşı azınlık bir kenarda oturup bitsin diye seyretmedi çünkü. Mazhar Osman ve bizim semtimizde en işlek caddeye adı verilmiş bir de sağlık ocağı bulunan, büyük ihtimal kendi eviydi doktorun, Kerim Gökay da, bu intihar vakaları karşısında tüyler ürperten söylemler dile getirmişler. İntihar edenler için geçmiş olsun, toplum onlardan kurtuldu, kurtulmalı zaten demişler. Sağ çıkanlarında derhal tecrit edilmelerini, nesillerinin devam etmemesi için önlem alınıp tekrar sokağa salınmaları gerektiğini ifade etmişler.

Şimdi canım Kerim Gökay caddesinden hiç geçmek istemiyor ama yoluma adı verilmiş yapacak bir şey yok. Yazarlar da bunların aklına uymuş, gazete haberlerinden de gaza gelip eserlerinde kahramanlarına saçma salak diyaloglar yazmışlar.

Bir de bana sorsalar kendisinin hasta olduğu teşhisini koyacağım İzzeddin Şadan var. Frued ile mektuplaşmış adam. Sohbet etmiş, herhalde fazla gaza gelmiş, durun ben de bir Psikianalitik Edebiyat Analizi/eleştirisi yapayım demiş. Kendine denek olarak Tevfik Fikret’i seçmiş. O zaman popülermiş şair, gariplikleri de dedikoduları da pek bir konuşuluyormuş. Şaire bildiği tüm hastalıkları yapıştırmış. Bir de yabancı birini analiz edeyim demiş, Grate Garbo’yu seçmiş. Onun hakkında söyledikleri kesinlikle kendi kişisel görüşleri ve kültürel inancıyla ilgili, unuttum şimdi neler demiş, tek aklımda kalan kadın olarak çekici bulmadığı, çift cinsiyetli demiş, ne kadına benziyormuş ne erkeğe.

Günümüzde akıl hastanelerine yatmak kolay değil, devlet hastanelerinde yer bulana kadar hasta başka aşamalara geçebilir. Özel hastaneler beş yıldızlı otel fiyatından pahalı, üstelik yer bulmakta sorun. O dönemde kadınlar bu hastanelerde yer bulamıyormuş elbet. Onlar yine evlerinde kalıyormuş, şanslı olan azınlık bin rica ile yatıyormuş geç dönem de.

Cumhuriyet dönemi edebiyatçı kadın hikayelerini çalışırken, bazılarının orada yaşamlarının büyük bölümünü geçirip öldüklerini okumuştum. Bu hikayede hiç yabancı gelmemişti bana.

En çarpıcı bulduğum kadın hikayesi ise günlük gazetelerde okuduğum bir haber, ne kadar doğru bilmiyorum. Sanal seksin sakıncaları konusunda bir yazıydı. Balıklı Rum hastanesinden bir yetkili, çok fazla evli kadının kocası tarafından buraya yatırılmak istendiğini aralarında tesettürü kadınların da olduğunu söylemişti. Kocalar, karılarını çok fazla porno seyrettikleri için iyileşsinler diye hastaneye yatırmak istiyorlarmış. Bunun edebiyatta yerini henüz okumadım. Kadın yazarlar artık deliliğe soyunup örtük yanlarını kahramanlarına giydirip ne zaman yazar bilmiyorum. Azıcık ucundan sızanları okumaktan da çok keyif alıyorum.

Benim sayfalarca yazdığım hala yetersiz bulduğum konu elbet iki güne sığacak bir şey değildi. İsterdim ki günümüz yazarlarından da bahsedilsin, Şimdinin yazarlarının deneyimlerine şahitlik edelim ilk ağızdan ama nasip benim gibi hezeyanlarını saklamak yerine yazmayı seçenlerinmiş.

Güzel günlerde görüşelim efendim.