Hesap Vermeden Tarihin Çöplüğüne Gövdesi Gömülen Diktatörün Ruhu, Bir Diğerinde Yaşıyor

Pinochet, Salazarların, Hitlerlerin, Mussolonilerin ruh ikizi, 12 Eylül sürecinde insanlığa karşı işlenen suçların baş faili hesap sorulamadan gitti. 12 Eylülle ilgili bu güne kadar çok şeyler söylendi, yazıldı. Ne var ki toplumsal bellek ve toplumsal muhalefet, 12 Eylülle uzlaşan, uzlaşmakta ne kelime devam ettiren iktidarları aşamadığından, gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşma yaşanamadı.

Kenan Evren ve cuntası tüm halkların, tüm özgürlüklerin düşmanıydılar. Üstünden astına kadar hepsinin bazı Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi işledikleri suçlara, esas olarak da insanlığa karşı işlenmiş suçlardan yargılanmaları gerekiyordu. Ama olmadı. Uyduruk bir dava ile toplum uyutulmak istendi.

ABD’nin de desteklediği 12 Eylül darbesinin bir çok nedeni vardı. Amaç sadece kapitalistler için cennet, emekçiler için cehennem vaat eden 24 Ocak kararlarını garantiye almak değildi. Toplumsal muhalefeti depolitize etmek ve pek dillendirilmeyen yaklaşan Kürt Özgürlük muhalefetini de bastırmaktı. Birkaç yıl önce bir kitapta okumuştum. Şuanda ismini hatırlayamıyorum. Darbeden sonra bir sohbetinde “1978-1979’da helikopterle bölgeden geçerken bu işi büyümeden bastırmak gerektiğine ve bunun için de ordunun yönetime gelmesine kanaat getirdim” dediği belirtilir.

Kenan Evren ve cuntası aynı zamanda tüm diktatörler gibi avukat düşmanıydı. Bunun her vesileyle belirtir, özellikle de SYNT mahkemelerinde davalara giren, UAÖ ile görüşen avukatları ihanetle suçlardı. O dönemde bir ara davalara ve cezaevlerine girmemiz için ikamet belgesi göstermemiz şartı dahi getirildi. Metris’te duruşmalara girerken bahçe avlusundan yürümemiz yasaktı. Kaldırımda neredeyse tek sıra halinde askerler eşliğinde duruşma salonuna götürülürdük. Cezaevlerinde müvekkillerle görüşmelerimiz bir başka odada, o zamanın TMŞ’si olan birinci şube polisleri tarafından paralel telefonla dinlenirdi. Savcılar nezaretinde gözaltındakilere işkenceler yapılırdı. Avukatlar hakkında mali soruşturmalar, ev ve ofislere gizli baskınlar yapıldı. Sık sık baş faşist şu sözü tekrarlardı; “Atatürk her meslek için güzel sözler söylemiştir. Ama bir tek avukatlar için söylememiştir. Bunlarda bir hayır olsa Atatürk bunlar için de bir şeyler söylerdi.”

AKP iktidarı dönemi de cumhuriyet tarihinin avukatlara yönelik en baskılı ve itibarsızlaştırma süreci oldu. Tüm diktalar tarih boyunca yargı faaliyetinde halkı temsil eden avukatları, özellikle de ezilenlerden, halklardan yana avukatları düşman olarak görmüşlerdir.

Yukarıda ruhu hala yaşıyor dedik. Kuramlarıyla, anayasasıyla. 1961 Anayasasının halkın başına demoklesin kılıcı gibi hediye ettiği MGK vesayeti 12 Eylül cunta döneminde had safhaya çıkmıştı. Her şeyi MGK siyaset belgesi ve kırmızı kitap denen talimnameler belirliyordu. Şimdi de yine zaten hiçbir dönem eksilmeyen bu uygulama ve anlayış daha da koyu bir şekilde gündeme getirilmek isteniyor. Anayasanın da üstünde, tüm yargıçlarında hazırolda duracağı bir güvenlik belgesi. Faşist iç güvenlik yasasından sonra toplumun tüm birimlerini zapt u rapt altına alacak yenilenen bir kırmızı kitap. “Emret komutanım” cumhuriyetinin yeni bir ikizini sahnelemek istiyorlar. Aslında bu kırmızı kitap anayasanın da üstünde her zaman var oldu.

Geçmişte de yargı mekanizmaları ulusalüstü hukuk belgelerine ve anayasaya göre değil sözde milli güvenlik belgesi denen bu kırmızı kitaba göre kararlar verdiler. Yeni haliyle mevcut iktidarın keyfine göre biçimleniyor. Askeri vesayet kalktı iddiaları söylenirken iktidarın anlayışına uygun yenilenmiş bir kırmızı kitapla anayasa üstü MGK vesayeti yeni biçimiyle tanzim edilmek isteniyor. Şimdi yargıdan istenen dün olduğu gibi bugün ve bundan sonra da bu tür vesayetlerin operasyonal idari birimleri olarak çalışmaları. Son günlerde meslekten ihraç edilen ve tutuklanan yargıçlar ve savcılar; “hukuk bitmiştir, anayasa ihlal ediliyor” diye feveran ediyorlar.

Oysa özel yetkili mahkemelerde yargılananlar ve davalara bakan avukatların hepsi gayet iyi bilir ki, bu savcı ve yargıçlarda kendi dönemlerinde en acımasız bir şekilde yargılama hukukunun kurallarını ihlal ettiler ve dönemin iktidar anlayışına uygun idari kararlar verdiler. Tabi ki bu savcı ve yargıçların geçmişteki uygulamaları ne olursa olsun kararlarından dolayı tutuklanmalarına karşıyız. Ortada gerçekten bir suç varsa ve şayet yargılanacaklarsa dürüst yargılanma hakkının tüm kuralları eksiksiz uygulanmalıdır.

Meslekten çıkartılan savcılardan C.K, yazar Erdoğan Akhanlı’nın beraat kararını ‘mahkumiyet için yeterli şüphe vardır’ diye aleyhe temyiz etmiş ve beraat kararı da her zaman egemen vesayete bağlı kalarak karar veren Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından TCK 146/1 madde uygulanmalı diye bozulmuştu. Oysa hukuk birinci sınıf öğrencileri dahi bilir ki yeterli şüphe ancak dava açılma şartıdır. Mahkumiyet için kuvvetli şüphe de yetmez, tüm şüphelerin giderilmesi gerekir. Şimdi dün ortak davranıp da bugün kapışanların hepsi de hukukun tüm evrensel kurallarını birlikte katletmişlerdir. Can Dündar’ın bir yazısında, askerlerle ilgili tutuklamanın devamı kararlarına sürekli muhalefet şerhi koyduğu için demokrat yargıç diye övdüğü K.Ş.’de tüm avukatlar bilir ki Kürt ve sol davalarda en şedit uygulamalara ve cezalara imza atmıştır. Bu tür davalarda tutuklamayı infazın tamamlanması olarak yerine getirmiştir. Sözün kısası bugün kapışanların hepsi de tabiri caizse 12 eylül rejiminin sadık evlatlarıdır.

Seçim yaklaşıyor. İktidar en çok HDP’den korkuyor, HDP mitinglerine ve binalarına saldırılar artıyor. Güvenlik güçleri seyrediyor. Demirtaş’ın evine trajikomik bir şekilde, belli ki itibarsızlaştırma yaratmak için polisler geliyor. Planlı olduğu kuvvetli olasılık. Bir kadın siyasetçi için kaset iddiası ortaya atılıyor.

Bir başka gariplikte muhalefetin dili ve anlayışı da zaman zaman mevcut iktidar ideolojisinin jargonlarından etkilenmeden edemiyor. Torba güvenlik yasası paketinde vatandaşlığa alınma için ahlak şartı öneren iktidar karşısında, CHP genel başkanı da miting meydanlarında siyasi ahlak yasası getirmeyi vaat ediyor. Oysa siyaset kirlerinden ahlak yasasıyla arınmaz. Etik anlayışların oturması gerekir. Bu da yasayla olmaz. Örneğin Selahattin Demirtaş’ın ‘barajı aşamazsak görevi bırakırım’ yaklaşımı değerli bir etik tavır. Yine Akşener’e karşı kaset tehdidini anında kınaması da değerli etik bir tavır. Çirkin kaset tehdidi ile karşılaşan Akşener’in kısasa kısas anlayışıyla şeriat hukukuna sığınarak iftiranın cezası 80 değnek demesi de yürekler acısı, trajikomik bir yaklaşım. Demek ki iktidar muhalifleri zaman zaman kendisine benzetmeyi beceriyor.

Daha önce de yazdım. Kaldırılması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı yerine alternatif olacak ‘İnanç İşleri Başkanlığı’ önerilmesi de yanlış. Devletin böyle bir organı olmamalı. İnançlar birbirlerinin haklarını ihlal etmeden, özgürce yaşamlarını idame ettirmeli. İnançlar arasındaki ilişki şiddete dönüştüğünde ancak o zaman devlet şiddeti önlemek için devreye girmeli. Devletin inançlar alanında kendisine bağlı bir organ oluşturması gerçek laikliğe aykırıdır.

Diktatörün ruhunun bedeniyle birleşmesinin yolunun açılması için önümüzdeki seçimlerde barajın aşılarak HDP’nin başarılı bir şekilde temel özgürlük ilkelerinden ödün vermeden meclise girmesi gerekiyor. Kuşkusuz özgürlük rüzgarının sadece mecliste esmesi yetmez. Parlamento dışı muhalefetinde güçlenmesi, meclisi sürekli denetlemesi ve özgürlükçü siyasi muhalefetin hiçbir zaman rehavete düşmemesi gerekir. Evren’in ruhu ancak öyle gövdesinin yanına defedilir.