27 Mayıs askeri darbesini hep utanarak hatırlıyorum. 15 yaşında çocuk kafamla onlara yapılanlara 'az bile' diyordum.

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın davetiyle bir grup gazeteci dün Yassıada’ya gittik. İstanbul’a bir saat mesafedeki Yassıada ve Sivriada, birkaç gün önce Milli Savunma Bakanlığı’ndan alınarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kullanımına verildi. Günay, yıllardır düşündüğü ‘demokrasi müzesi’ için uygun bir yer bulabilmiş oldu. (Günay’la birlikte Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Vali Hüseyin Avni Mutlu da Yassıada buluşmasında yer aldılar.)
Seçimle iktidara gelmiş başbakan ile iki bakanın idamına karar verilen sahte duruşmaların yapıldığı adanın daha düne kadar ordunun elinde bulunuyor olması, demokrasi yolculuğumuzun serüvenini özetliyordu. (Eskiden bu tür alanları TSK’dan istemek bile hayaldi.)
27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından duruşmaların yapıldığı spor salonu yıllara dayanıp ayakta kalmıştı.
Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarının yargılandığı salonun iç duvarlarına, ziyarete gelenler tarafından “Yassıada demokrasi adası olsun” yazıları yazılmış bile. Dönemin gazetecilerinin ve sınırlı sayıdaki tutuklu yakınlarının duruşmaları izlediği tribünler de duruyor...
12 Eylül 1980 darbesinin ardından birlikte hapis yattığımız Ertuğrul Günay’la 30 yıl sonra bakan ve gazeteci olarak bu salonda fotoğraf çektirebileceğimizi hayal bile edemezdik.
Audrey Hepburn, yaşamı, bir müzenin içinde hızlı bir şekilde dolaşmaya benzetmişti. Hızlı yaşanılan süreçlerin anlamları ancak zaman geçtikten sonra netlik kazanıyor ve sindiriliyor. Bu müzeye gösterilecek ilginin ve oluşacak duyguların da birçok dönüşümden geçeceğini ve şu an kestiremeyeceğimiz ufukların açılacağını tahmin edebiliriz.
Duruşma salonunu ziyaretin ardından siyasilerin tutulduğu hücrelere gittik. Gözümde Başbakan Adnan Menderes’in, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın askeri botlarla Yassıada’ya getirilişleri, askerlerin kibirli halleri canlandı. Bu ülkeyi yöneten, halkın oylarıyla iktidara gelmiş bakanlara, milletvekillerine burada ne ağır eziyetler yapıldığını yıllar sonra öğrenebildik.
27 Mayıs askeri darbesini hep utanarak hatırlıyorum. CHP’li bir ailem vardı. O dönemin şartlanmışlığı içinde Demokrat Partililere büyük bir hınç duyuyor, onlara yapılanları ‘az bile’ diye tanımlıyordum. 15 yaşındaki çocuk kafamla “Neden haklarında idam kararı verilenlerin 15’i değil de 3’ü asıldı” şeklinde anormal bir üzüntü yaşadığımı bile hatırlıyorum. Yüreğimize böylesine bir düşmanlığın ve intikamcılığın yerleşebilmesine izin veren siyasi kültürü maalesef daha uzun yıllar boyunca yoğun şekilde irdelememiz gerekiyor.
Şundan eminim ki o gün bu idamları ve baskıları savunan kültür, kısmen bugün de içimizde yaşıyor. Bir askeri darbe olsa ve ülkenin yöneticileri benzer muamelelere uğrasalar bundan büyük bir mutluluk duyabileceğini hissettiren bir kitlenin hâlâ var olması acı verici ve tuhaf. 

Menderes ve iki bakanın idamı
Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan, Yassıada’da 15 Eylül 1961 günü verilen idam kararlarının ardından İmralı Adası’na götürülmüşlerdi. Zorlu ve Polatkan 16 Eylül günü sabaha karşı idam edildiler. Adnan Menderes intihara teşebbüs etmişti. Onu da hasta yatağından kaldırarak ertesi gece idam ettiler.
Üç siyasetçi İmralı’da yan yana gömüldü. Mezarlarının başındaki yıkık değirmen, mezarlarının yeri belli olmasın diye alelacele söktürüldü. Tarla sürüldü.
Aradan yıllar geçtikten sonra tahmini bir bölgeye üç mezar taşı dikildi.
Dönemin İstanbul milletvekili ünlü şair Faruk Nafiz Çamlıbel de o trajediyi yaşayanlardandı.
O günlerin Yassıada’sını bir şiirinde şöyle anlattı:
“Bilmiyor gülmeyi, sakinlerin binde biri;/
Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada/
Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;/
Mavi bir gölde elem katrasıdır Yassıada…”