Norveç’deki kanlı katliamın ilk haberleri geldiğinde televizyon, internet bağlantısı, gazete ve benzeri haberleşme araçlarının ulaşamadığı bir yerdeydim. Olayı bir arkadaşımın telefonundan öğrendim. “Korkunç bir şey”  diyordu, “Şu anda televizyonda görüntüler var, senin Kayıp Söz romanında anlattığın olayın bir çeşidi. Bu yüzden aradım.” Birkaç benzer telefon daha geldi Cumartesi günü. Bir tanıdık, “Bilici misin nesin, böyle bir olay Norveç’de nasıl olur!” diye şaşkınlığını anlatıyor, bir okur da, “Romanı okuduğumda, Norveç’de uzak bir adada neo-Nazilerin yabancıya saldırısı biraz zorlama diye düşünmüştüm, meğer siz haklıymışsınız” diyordu. 

Kayıp Söz’ün ana teması şiddetti. Irak savaşının en kanlı döneminde bir çığlık atma ihtiyacıydı benimki. Şiddetin her yerde herkese yönelebileceğini anlatmak istemiştim. Bir laboratuvarda korunmasız deney hayvancığının minik bedenini  kesip biçerken; şiddetle ilgisi olmayana düşünceleri, tercihleri, dili, dini, etnik kimliği nedeniyle baskı uygularken; bir canlı bomba davası ve inançları uğruna- kendini ve masum insanları kanlar içinde havaya uçururken; namus cinayeti, töre cinayeti, aşk cinayeti, vb. diye kadınlar birer birer öldürülürken; bir zamanlar mesela Dersim tehcirinde kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk ağır makinelerle tarlalarda taranıp, mağaralarda katledilirken, failleri çok belli faili meçhullerde binlerce insan öldürülürken, Diyarbakır cezaevinde insanlık dışı işkenceler yapılırken, darağaçları kurulurken ya da örgüt içi infazlarda hain ilan edilenler kurşunlanırken; ve savaşlarda taraflar vuruşurken ŞİDDET hep başroldedir. Deney fareciğini kesip biçmekle binlerce insanı yok etmek arasında şiddetin özü itibariyle fark yoktur. Yöneldiği nesne ve uygulanış biçimi ne olursa olsun şiddet yaşama düşmandır; pes ettirmeyi, korkutmayı, yenmeyi ve nihayet yok etmeyi amaçlar. 

Şiddet “ama”lara sığınır.

İster bireysel, ister örgütsel olsun, şiddet uygulayan kişi veya gücün şiddeti haklı göstermeye yönelik bir gerekçesi, bir “ama”sı vardır. Şeytan o minicik “ama” sözcüğünde gizlidir işte. 11 Eylül’de New York’u vuran terör eyleminin ardından ABD’nin Afganistan’ı, daha sonra da Irak’ı işgali sırasında kurduğumuz Barış Girişimi’nin belgisi: “Terörün gücüne de gücün terörüne da boyun eğmeyeceğiz”di. Kendimizi ama’sız barışçılar ilan etmiştik. Hatırlıyorum; bu ama’sızlık meselesinde bir yandan savaşı ve işgalleri savunan neo-liberallerin “ahmak barışçılar”, “budala romantikler” türünden aşağılamalarına, öte yandan da bir kesim solun “devrimci ruhunu yitirmiş pasifistler” nitelemelerine muhatap olmuştuk. Çünkü her iki kesimin de teröre, şiddete karşı çıkarken kendi ama’ları vardı. Mesela, Afganistan’ın bombalanması, Irak’ın işgali kötüdür AMA Irak’ta Saddam diktatörlüğünü yıkıp demokrasiyi getirmek gerekiyor, AMA El Kaide’nin kökünü kurutup şiddeti (karşı şiddetle) cezalandırmak gerekiyor. Ya da, onca insanın canına ve dünyanın yeni bir kaosa sürüklenmesine neden olan İkiz Kuleler’e saldırı, ardından gelen İslami şiddet olayları kötüdür tabii AMA İslamın dünya egemenliği için, Batı emperyalizmine karşı gereklidir, vb.

Şiddeti meşrulaştıran ve haklı gösteren ama’lar bitmez tükenmez. Deney hayvanlarını öldürmek tabii ki kötüdür ama insanlığın acılarını azaltacak bir ilaç bulunması için gereklidir; mesela Kürt halkına uygulanan şiddet tabii kötüdür ama vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünün korunması için şarttır; ya da öteki cepheye göre, Kürt ulusal hareketi barış istemektedir ama Kürt halkının haklarını alabilmesi, bağımsızlığını ve özerk yönetimini kazanması için silahlı mücadele, halk savaşı kaçınılmazdır.

Töre ya da namus kavramları altında meşrulaştırılan kadınlara yönelik şiddetin ve o korkunç cinayetleri işleyenlerin bile kendilerince geçerli ama’ları vardır. Şiddetin ve terörün en ağırı, en karlısı ve çılgını kendini en güçlü meşrulaştıranı ise ideolojik, dinsel, ulusal fanatizm kökenli olanıdır. Norveç’teki son olayda, şiddetin uygulayıcısı olan kişi Norveç’i ve dünyayı Marksistlerden ve Müslümanlardan arındırma peşindeydi. Bunun tam aksine El Kaide dünyayı İslamlaştırarak Tanrı buyruğunu yerine getirmek için terör uyguluyordu. Ulus devlet devleti korumak için şiddet uygularken ve şiddetin tekelini elinde tutmak isterken, ulusal kurtuluş hareketleri de kendi ulusal amaçları için şiddeti yöntem olarak benimser.

Şiddet toplumuyuz

Norveç’teki kanlı olay Batı dünyasını çok derinden sarstı. Şiddete alışık ve kanıksamış olmayan dingin ve müreffeh bir Kuzey ülkesinde, hem de olağan şüpheli yabancılardan, Müslümanlardan değil de kendi bağırlarından çıkan kanlı faşist şiddet toplumu şaşkınlıktan korkuya, korkudan tepkiye sürükledi.

Biz ise kana, şiddete ne yazık ki kanıksamış, neredeyse doğal sayan bir toplumuz. Her gün birkaç “şehit” ya da “gerilla” cenazesinin kalktığı (hatta dağda savaşanların cenazelerinin bile kalkamadığı), son zamanlarda her gün bir veya birkaç kadının yakını bir erkek tarafından katledildiği, hayvanların uzuvlarının kesilip gözlerinin oyulduğu, kimi zaman insanlara da aynı şeylerin yapıldığı, sokaklarında şehirlerinde her gün şiddet olaylarının yaşandığı bir coğrafyanın çocuklarıyız. Şanlı denilen tarihimiz epeyce de kanlı bir tarihtir, bu toplumun ezici çoğunluğu şanla kanın birbirini tamamladığına inanır. Bırakalım tarihi, yakın geçmişte de bu ülkede Alevilere, solculara, Kürtlere yönelik kanlı katliamlar yaşandı. Çorum, Malatya, Kahraman Maraş, Sivas olayları, Kanlı Pazarlar, kanlı 1 Mayıslar, gencecik insanların diri diri yakıldığı Sağmalcılar Hayata Dönüş Operasyonu (Operasyonun adındaki korkunç ironiye bakın!)daha niceleri, utançla hatırladıklarımızdan sadece birkaçı.

Sağın her kesiminde vatan -millet - din- uğruna meşru görülen ve çeşitli biçimlerde ve yoğunlukta başvurulan şiddet kültünden solun bir kesiminin de kendini kurtaramadığını hatırlatmadan geçmeyelim. Devrimin namlunun ucunda olduğu, devrimci şiddetin solculuğun, özellikle de devrimciliğin  şartı olduğu görüşü hâlâ açıkça ya da örtük ama’larla savunulabiliyor. Silahlı mücadele yöntem olmaktan çıkıp yaşam biçimi ve amaç haline gelebiliyor.

Şiddetin İyisi Yoktur

Her kesim karşıdakinin şiddetini mahkûm ederken kendi şiddetini meşrulaştırır. Çifte standardın geçerli ve çok yaygın olduğu bir alandır bu. Oysa şiddetin iyisi, haklısı, meşrusu yoktur. Şiddete karşı kendini savunma başka bir konudur ama bıçak sırtı gibidir. Her an mazlum zalime dönüşebilir ve şiddet araçları sadece saldırgana değil masum olanlara da yönelebilir.

On yıl önce Barış Girişimi kurulurken sevgili Hrant, “Biz ama’sız barışçılar olalım, barış eşekleri olalım” demişti. Kendisi öyle oldu, öyle de öldü; bizlere de anısına saygı için ona benzemeye çalışmak kaldı. Şimdi, Norveç’deki şiddet olayından sonra, son günlerde Türkiye’de yeniden yükselen şiddet ve savaş ortamında, kadınların tek tek öldürüldüğü bu erkek katiller ülkesinde şiddet üzerine düşünürken, “Bir bebekten katil yaratan karanlıkların” derinliği karşısında ürküyorum. Savaşa, şiddete, teröre gerekçeler uydurmadan, amalamadan karşı durabilmenin hem güçlüğünü hem de önemini kavrıyorum yeniden. 

Şiddet, kadınlar tarafından uygulandığında ve savunulduğunda bile erildir, erkek savaş dilinin, militarizmin, erkek egemenliğinin ayrılmaz parçasıdır. Acaba diyorum, acaba sürmekte olan savaşa, kadın cinayetlerine, katliamlara, giderek artan ve olağanlaşan şiddetin her biçimine karşı Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Ermeni, örtülü, örtüsüz, sağcı, solcu, Müslüman, ateist, Sünni, Alevi, vb...vb... bütün kadınlar, milyonlarla meydanlarda toplanıp, sokaklara taşıp, ölüme karşı yaşam için kurşun geçirmez bir duvar öremez miyiz? Denemeye değmez mi?