Özgürlükçü hukuk ve insan hakları mücadelesi açısından dikkatle irdelenmesi gereken yoğun gelişmelerin yaşandığı bir hafta geçti. Bir kaçına ancak değinebileceğiz...

Çok tehlikeli bir torba yasa daha meclisten geçti. AK parti iktidarı döneminde aynı 12 Eylül faşist askeri darbe döneminde olduğu gibi hile-i şeriye yöntemiyle ilgili ilgisiz birçok konuyu kapsayan, yangından mal kaçırır gibi çıkartılan torba yasa icraatı bir gelenek haline geldi. SOMA maden katliamının mağdurları için yasal düzenleme derken, torbaya zaten kısıtlı olan özgürlükleri daha da minimalize eden düzenlemeler şark kurnazlığı ile giriverdi.

11 Eylül 2014 günlü 146 maddeli torba yasaya SOMA ile hiç ilgisi olmayan hak ve özgürlükleri kısıtlayan yeni zincirler eklendi. Bunlardan bazılarına dokunalım;
TİB’e mahkeme kararı olmaksızın internete erişimi engelleme yetkisi verildi. Böylelikle TİB, yürütmeye bağlı bir organ olarak herkesin internet trafiğini kontrol altına alabilecek, sansürleyebilecek. Üstelik mahkeme kararı dahi olmadan. 21. yüzyılda Abdülhamit sansüründen de beter Erdoğan radar bekçiliğini yapacak.

Yine torba yasayla yargı güvencesi ayaklar altına alınarak, görevden alınan memurun göreve iadesi yönünde verilen yargı kararını 2 yıl süreyle uygulamama yetkisi idareye veriliyor. Yani bu düzenleme ile yargı kararı özünde rafa kaldırılmış oluyor. Bunun açık anlamı memur kamunun değil AK Parti'nin memuru olacak.

Ayrıca torba yasaya torbalanan düzenleme ile; astığı astık, kestiği kestik amirler dönemi başlatılıyor. Yani yargı kararını uygulamayan amirler, yaptırımdan bağışık tutulacak. Burjuva hukuk devletine bile aykırı bu düzenlemeyle keyfi, plebisiter diktatörlük biraz daha oturmuş olacak.

Torba yasada vahşi kapitalizme kan taşıyan bir düzenleme de var. Özelleştirme işlemleri üzerinden 5 yıl geçtikten sonra yargı kararları uygulanmayacak. Yargının zaten yavaş çalıştığı coğrafyamızda böylelikle hiçbir özelleştirme pratikte yargısal denetime tabi tutulmayacak, kamu yararı ölçütü açısından irdeleme söz konusu olmayacak.

Bu düzenlemeler 12 Eylül Anayasası'na dahi, keza AKP iktidarınca yapılan Anayasa değişikliklerine de açıkça aykırı. Bu düzenlemelerle yargı kararları etkisiz hale getiriliyor. Kişisel veriler, yürütmenin saldırısına uğruyor. Temel hak ve özgürlükler korunmasız hale geliyor. Kuşkusuz bu düzenlemeler Anayasa mahkemesince iptal edilmese dahi AİHM’de mahkum olacak düzenlemeler. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Kemalizm'i eleştirerek iktidara gelen AKP aslında Kemalizmin prototip, parti=devlet anlayışını hem de çok katı şekilde hayata geçiriyor.

AVRUPA'DAN UYARI

Geçtiğimiz hafta içinde zorunlu din dersinin insan haklarına, AİHS’e aykırılığı ile ilgili AİHM çok önemli bir karar verdi. Bu karar hükümete inançlara saygı duy talimatıdır. Mansur Yalçın ve 14 başvurucunun Türkiye aleyhine açtığı dava sonucunda AİHM din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olmaktan çıkarılması gerektiğini vurguladı. AİHM bu kararıyla şu ilkeleri bir kez daha hatırlatıyor; “devletin dinlere karşı tarafsızlık yükümlülüğü vardır. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi çocuğun beynini yıkama şeklinde verilmemeli, çoğulcu ve nesnel bilgilerle öğretilmelidir. Bu ders ebeveynlerin inançlarını dikkate alarak, o inançlara saygı gösterecek biçimde verilmelidir.”

Mahkeme esas itibariyle öğrencilerin anne ve babalarının dini ya da felsefi düşüncelerini açıklamadan din ve ahlak derslerinden muaf olabilecekleri bir sistem sunulmalıdır vurgusunu yapmıştır. Bu karar hükümetin din dersi kitaplarında yaptığını ileri sürdüğü sözde düzenlemelerin bir anlam ifade etmediğini, ‘kitaplarda Aleviliğe de yer verdik’ savunmasının geçersiz olduğunu, düzenlemelerin tarafsız ve adil olma özelliğini taşımadığını ortaya koymuştur.

Bilindiği gibi Avrupa’da zorunlu din dersi yoktur. Bunun yerine başka bir ders alma hakkı vardır. Türkiye bu karara uymak zorundadır. Davutoğlu’nun “Avrupa’da çocuklar kiliseye götürülüyor’ sözü gerçeği yansıtmıyor. Avrupa’da öğrenciler isterlerse kiliseye gidiyor. Davutoğlu’nun “nasıl ben Marksist değilsem, ama Marksizmi bilmek zorundaysam, ateistin de din dersi görmesi gerekir” sözü bir demagojiden öte değer taşımıyor.

İYİ Kİ DOĞDUN HRANT

Birkaç gün önce sevgili Hrant’ın doğum günüydü. Katledilmesinden birkaç ay önce Gülhane’de Devrimci Demokrasi dergisi benimde konuşmacıları arasında olduğum ‘Devrimde Aydının Rolü’ konulu iki günlük bir sempozyum düzenlemişti. Hrant’ta konuşmacıydı. Dinleyiciler arasında birkaç TKP’li ‘soykırım diye bir şey yok, karşılıklı çatışma olmuştur’ diye Hrant’a soru yönelttiler. Hrant sabırla, derin ikna gücüyle soykırım gerçeğini bir güzel anlattı. O toplantıdaki şu sözünü de hiç unutmam; “en radikal solda dahi adım Fırat, Ohannesin de Orhan oldu” demişti.

Hrant valilikte MİT tarafından tehdit edildikten sonra birkaç avukat arkadaşla bizi görüşmeye çağırmıştı. Agos’ta buluştuk. Valilikteki tehdidi anlattı, ne yapalım diye görüşümüzü sordu. Ben ve Erdal Doğan bu tehdidi kamuoyuna açıklayalım dedik. Ne var ki bizim görüş azınlıkta kaldı, kendisi de güvercin tedirginliği ile açıklamadan yana değildi. Hep düşünmüşümdür. Keşke o zaman güçlü bir basın toplantısıyla yapılan tehdit anında kamuoyuna açıklansaydı. Belki durum farklı olurdu. Bir olasılık.

ORHAN DOĞAN BARIŞ ÖDÜLÜ

Pazar günü (21 Eylül) Orhan Doğan adına barış ödülü verilecek. Sevgili Orhan Doğan’ı 1980’lerin ikinci yarısında Halepçe Katliamından sonra göç edenler için kurulan kampları insan hakları heyeti olarak ziyaret için Şırnak ve Cizre’ye gittiğimizde tanımıştım. Daha sonra da İHD faaliyetlerinde de teşvik-i mesaimiz hep oldu. Hümaniter yönü her zaman ağır basan bir Kürt politikacısıydı. Sekter değildi. Tartışılan konularda farklı olasılıkları hep dikkate alırdı. Güler yüzü onun hümaniterliğinin yansımasıydı. Hrant’ı ve Orhan Doğan’ı saygıyla anıyorum.