Vecize haline gelen bir sözünde ”İnsanın anayurdu çocukluğudur” der Amerikalı yazar Jorge Amade. Yıllar geçse de anıların gri bulutları arasında anayurdun kıyılarında dolanır dururuz. Orada şekillenmiştir ruhumuz, gülüşümüz, kimliğimiz. Orada unuttuğumuzu sandığımız korkular, sanrılar, hayaller yıllar geçse de bırakmaz peşimizi. Bırakmayacaktır da soluk alıp verdikçe bu can bu tende. O yüzden anayurdumun kıyılarına hiç uzak düşmedim. Kilometrelerce uzakta olsam da bir yol patikalardan maviye, çocukluğuma çıkarıp durdu yolumu. Dağlarda yakılan çoban ateşlerinin yanılsamasına inanır,” şeytan ateşlerinin” hikayesini yeniden yazarım Torosların aklıma düşürdüğü hüzünlü yılları anımsayıp. Belki kalemimle dili olabilirim o mekanların, “zamanı çam dalına çıkılamak” isteyen eski zaman insanlarının.

İşte bu anılardan birini paylaşacağım. Eski Dalyan yolu üzerinde, artık günümüzde kullanılmayan çok eski bir su değirmeni. Yüzyıllık çınarların gölgesine anılarıyla yıkımı bekleyen bir tarih. Eskiden civar köylerde yaşayanlar için günlük yaşam içinde önemli rol üstlenen bir yer. Şimdiyse sadece nostalji amaçlı ya da yol üzerinde köylülerin kullandığı mecburi bir güzergahta bir tarih. Eskiden bölgedeki bütün su değirmenlerinin olduğu gibi burayı da Rumlar işletirmiş. Mübadele sonrası çoğunluk Yunanistan’a göçünce bazıları din değiştirip bölgede yaşamaya devam etmişler. En son işletmecisi Kaya’nın adıyla anılan değirmene ilişkin rivayetler muhtelif. Kimine göre Kaya’nın annesi bir Rum, kimine göre babası. Şimdi 94 yaşında olan, eskiden değirmene komşu bir evde yaşayan Altındiş Sabri’nin(Sabri Altın)anlatımına göre, Kaya’nın babası Rum asıllıymış. Eşi Kerzi ise çok güzel bir Yörük kızıymış. Altındiş Sabri’nin baba tarafından akrabası olan Kerzi, ailesi tarafından yapılan itirazlara rağmen Rum değirmenciyle evlenmekte sakınca görmemiş. Çünkü göçerlikten yeni yerleşik hayata geçen Yörüklerin yaşam sıkıntılarını çeken Kerzi’ye, varlıklı sayılabilecek bir kişi olan değirmenciyle evlenmek yoksulluktan çıkış yolu olarak gözükmüş. Kerzi uzun yıllar değirmenin eli ayağı olmuş, gelen giden müşterilerle ilgilenmiş, buğday başaklarıyla, mısır koçanlarıyla aynı dilden konuşur olmuş. Vefat edince değirmeni, oğlu Kaya’nın karısı Rukiye 1990’lı yıllarda kapanıncaya kadar çalıştırmaya devam etmiş.

KAYA’NIN DEĞİRMENİ

Değirmen şimdiki çocukların dünyasına ne kadar uzak bir mekân değil mi?

Çocuklarımız kitaplardan öğreniyorlar artık buğdayın, mısırın ne olduğunu. Soframızda yediğimiz ekmeğin soframıza gelene kadar geçirdiği çileli yolu bileni kaldı mı?

Şimdi ekmek marketlerde, bakkallarda kolayca ulaşabileceğimiz satış merkezlerinde, kısacası her yerde var. Oysa eskiden öyle miydi? Ekmek evde yapıldığı için zahire hazırlığının meşakkatli bir yol izlemesi gerekirdi. Tarlasında eken ekmeyen bir şekilde kışlık buğdayını hazırlamak zorundaydı.

Pazartesi günleri Köyceğiz pazarına alışverişe giden analarımız, fırın ekmeği getirirse o gün bayram olurdu evde. Odun ateşinde nar gibi kızarmış beyaz undan yapılmış ekmek iştahımızı kabartırdı. Bunu bilen aileler birkaç gün yetsin diye dolaba saklardı ekmeği. En güzeli dolabın asma kilidini çiviyle açıp mis gibi ekmekleri aşırıp içine salça sürerek yemekti.

Sonraki zamanlarda pazarda satılan un çuvalı almak saygınlık haline geldi. Köyceğiz’den Ortaca’dan veresiye parayla alınan fabrikasyon unla yapılan ekmekler sofralarımızı süsler oldu. Saçta pişmiş ev ekmeğinin yanına katmer de yapıldı mı değme gitsin keyfimize…

Fabrika unu(has un)pahalı gelmiş olacak ki köylüler kendi tarlalarından kaldırdıkları buğday ve mısır ununu kullanmaya devam ettiler. Bazen karıştırdılar, bazen de takas ettiler un karşılığında.

Benim değirmenin büyülü dünyası ile tanışmam Kaşıkçı köyünde yaşarken oldu. Babam o yıllarda hapiste olduğu için anamla ikimiz buğday ve mısır çuvallarını eşeğe sarıp yola çıkardık. İstikamet eski Dalyan yolundaki Kaya’nın değirmeniydi. Yol uzun olduğundan biraz yürüyünce mızmızlanır, eşeğin yükünün üstüne binerdim. Eğer yazsa kanal boyunca yol alır, Yuvarlak Çay’ın içinden kestirmeden geçerek Kaya’nın değirmenine ulaşırdık. Mevsim kışsa çayın üzerindeki dar köprüden geçerek farklı bir rota izlerdik. Genelde değirmene civar köylerden gelenler de olduğu için değirmen kalabalık olurdu. Değirmenin önünde yükümüzü indirip sıra beklerdik. Sıramız gelince değirmenci çuvalların ağzını özenle açar, buğdayı tenekeden hızla dönen değirmen taşına akıtırdı. Koskocaman taşlar, tahtadan hazırlanan bir düzenekle suyun gücüyle durmaksızın akar, akardı. Bakakalırdım hızla dönen değirmen taşına. Un öğütülene kadar ne düşler kurardım. Taze un kokusu genzimi yakar, uçsuz bucaksız mısır tarlalarına salardı beni. Dalar giderdim sonsuzluğa. Masalsı canavarlar ve eşkıya İspiro’nun gizli geçitlerinden geçerek dönerdim değirmenin uğultusuna.

Değirmenci kadının yardımcısı işini bitirince, unumuzu çuvallara doldurur, eşeğe yüklememize yardım derdi. Ağzımda yarım yamalak bir türkü, aynı yoldan geri dönerdik. Anam bahçedeki dut ağacının altında hemen ateş yakar, akşam güneşinden kalan bir loşluk düşerdi üstümüze. Ne zaman katmer yaptığı belli olmazdı. Karnımızı doyurunca, kardeşlerimle oyuna dalardık geniş avlumuzda.