Halkların Demokratik Partisi (HDP) Ankara milletvekili ve İmralı Heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder 1 Kasım'daki seçimin sonuçlarına, çözüm ve müzakere sürecine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Yeni Özgür Politika'ya konuşan Önder, "Bazılarının asla kabul etmek istemediği gerçeklik de şudur: Bu devlet Sayın Öcalan’a fena halde muhtaçtır. Birçok defa yaptıkları gibi yine bab-ı lütfuna başvurmaya mahkumdurlar," dedi.

Sırrı Süreyya Önder'in, Yeni Özgür Politika'dan Osman Oğuz'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Sözü evirip çevirmeden soralım: HDP, başarısız mı oldu?

Başarısızlık gibi bir kavramı özellikle olağanüstü siyasal koşullar altında kullanırken dikkat etmek gerekir. Mesela sizin başarı ölçütünüz neydi bu seçimlerde, bu konuda berrak bir tanım yapmak zor. Ciddi bir analiz ve bir önceki seçim sonuçlarına ilişkin veri gerektirir. O yüzden bana kalırsa bir milletvekili olarak benim bu konuda genellemeci bir tavır içinde bulunarak öyle ya da böyle demem yanlış; ama şu kesin ki niceliksel olarak oy toplamımızda vekil sayımıza da yansıyan bir düşüş var. Bu düşüşe ilişkin yapılabilecek birçok spekülasyon var ve medyada zaten yapılıyor. Fakat HDP’nin bu seçimdeki dezavantajı açıkça devletin ideolojik aygıtlarına karşı yarattığımız tüm alternatiflerin yine o ideolojik aygıtlar ve şiddet aygıtlarınca susturulmasıydı.

HDP barış süreci dahilinde sızabildiği çatlaklara, çatışma atmosferinin sert koşullarında sığamadı. Düzgün bir iletişim süreci yürütmemize izin verilmedi. Biz zaten tek parti iktidarları gibi değiliz, propaganda yöntemlerini, devletin imkanlarını kullanamadık, kullanmayı da ayıp olarak görüyoruz. Bakın Kürt Hareketi’ne yakın dediğiniz kanallara, sadece Kürt Hareketi’nin doğrularını konuşanlar mı çıkıyor oralarda? Ben HDP’nin başarısının aslında tam da bu sorduğunuz soru olduğunu düşünüyorum: 6 ay önce barajı geçer mi diye kaygı duyduğumuz bu parti, bugün barajı geçmekle kalmıyor, parti seçmeni daha fazlasını alamadığı, potansiyeline erişemediği için partiyi eleştiriyor. HDP’nin başarısızlığı ise o beklentileri yerine getirememek olabilir sadece.

Bir de hile iddiaları var ki, HDP’nin de çelişkili tavrından dolayı ortada kaldı. Gerçekten seçimin meşruiyetini tartışmalı kılacak denli bir hile organizasyonu olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa düşünmüyor musunuz?

Seçimlerin meşruiyetine ilişkin bugüne dek çok şey yazıldı, söylendi. Bir parlamento üyesi olarak seçimlerin baraj gereği daha en başından gayridemokratik bir yapısı olduğunu söylemekten bir an olsun tereddüt etmiyorum. Barajı geçen dört parti de, bugün mecliste olmayı hak eden daha birçok fikir ve partinin yükünü omuzlarında taşıyor. Asıl hile seçim barajının ta kendisi olmaya devam ediyor. Bugün barajı geçtik diye bunu dile getirmemek ahlaksızlık olur. Sandıklarda yapılan hilelerle ilgili partinin itirazları zaten var, sonuçları zaman gösterecek. Ama sandık başlarında elinde tabancayla, tüfekle güvenlik güçleri bekliyorsa buna “özgür seçim” demenin aptallık olduğu da ortadadır.

Bu söylediğinizi de katarak birçok kesim, seçim sonuçlarını sıklıkla, AKP/Erdoğan’ın “sivil darbesi” olarak tanımlıyor. Bu tanımlamaya katılıyor musunuz?

Seçim sonuçlarını sivil darbe olarak tanımlamak bence hem bizi demokrasi düşüncemiz bağlamında olmadığımız bir konuma düşürür hem de demokrasi pratiğini 4 yılda bir yapılan genel seçimlere indirger. Yasama, yürütme ve yargının geldiği noktaya bakmadan, medya özgürlük raporlarına bakmadan topluma verilen tek siyasal fikir belirtme şansını darbe olarak tanımlamak, yıllarca yapılmış bir hatayı tekrarlamak değil de ne? Bu seçimleri toplumla aramıza mesafe koymak için tasarlayanlar, bu tür “sivil darbe” gibi yakıştırmalar yaparsak istediklerini almış olmayacaklar mı? Ben bu tanımlamaya tamamen karşıyım; zira son yıllarda “sivil darbe” kavramını tam olarak karşılayabilecek birçok şey yaşandı.

Yani AKP, öyle ya da böyle bir toplumsal destek alıyor… Peki bunca şeye rağmen bunu nasıl sağlıyor?

AKP, neoliberal siyasetin kurallarını çok iyi biliyor; kumar olarak görebileceğimiz birçok stratejiyi planlı şekilde uygulamaya koyuyor ve başarılı da oluyor. AKP’nin temelindeki siyasal hamleleri anlamak için Ortadoğu politikasına olduğu kadar Şikago Okulu’na ve onun öğretilerine de bakmak gerekir. Örneğin Şok Doktrini de AKP’nin sıklıkla başvurduğu bir yöntem. Büyük toplumsal travmalar yaratıp bu toplumsal travmalardan avantaj elde ediyorlar. Yine aynı şeyi yaptılar. Yapmaya da devam edecekler. Mühim olan bununla mücadele etmeyi öğrenmek. Üstelik kendilerini yalnızca bu taktiklerle ayakta tutmuyorlar; AKP’nin kemikleşen tabanıyla kurduğu ilişkiler de var. Biz bu ilişkileri analiz etmeliyiz. Bir de bütün bunlara ek olarak, kendimize bakmalıyız. Orada şunu göreceğiz: Sistemin tam “yönetemez” olduğu durum Gezi’de yaşanmıştı. Bütün demokrasi güçleri bu momenti kaçırdı. Kaçırma sebebi, direnişi gerçeklikle değil, hayal ettikleriyle tanımlamalarıydı. Tarih böyle bir şeydir. Bir kez kaçırdığında ya iyi koşabilmen gerekir ya da çok beklemen…

Şimdi seçim ardından da AKP’nin ilk pratikleri, “savaş konseptinin” terk edilmeyeceğinin güçlü işaretlerini veriyor. Öyle mi gerçekten? AKP, ne zamana kadar savaşçı politikalarda ısrar edebilir?

AKP, önündeki reel ekonomi problemlerini yaz döneminde savaş politikasıyla erteledi. Ekonomik olarak problemlerini ertelemek ve örtmek için savaşı kullanmaya devam edecekler gibi görünüyor; ısrar ise toplumsal olarak krize dair algının yerleşme seviyesine göre biçimlenecektir. Ortada yalnızca Kürt karşıtı milliyetçi bir hezeyan yok, çok katmanlı bir politika var.

Bazıları herkesten önce atlayıp, “Çözüm süreci artık asla söz konusu olamayacak. Bundan sonra ne Öcalan’la ne PKK’yle muhatap olacağız” dedi…

Bazılarının bilmediği ya da bilerek saklamak istediği bir gerçeklik var: Devlet ve hükümet, Sayın Öcalan’la görüşerek bir süreç geliştirmekten hep rahatsızdı. Yıllarca türlü psikolojik harp yöntemleriyle saldırdıkları bir Önderin çözümlemeleri karşısında çok zorlanıyorlardı. Özellikle yaşadığımız çağa dair, meseleyi tam kalbinden yakalayan teşhisleri karşısında dehşete düşüyorlardı. Milyarlarca dolarlık devlet bütçeleriyle oluşturulup beslenen akademiler, ‘think thank’ kuruluşları, devlet örgütleri ve iktidar sahiplerinin göremediği gerçeklikleri, 4 metrekarelik bir zindandan gören bir insanın karşısına oturmak güç bir şeydi. Bu işkenceyi bir an önce bitirmek istedikleri sır değildi. Bunu en iyi gören de sayın Öcalan’ın bizzat kendisiydi. Bazılarının asla kabul etmek istemediği gerçeklik de şudur: Bu devlet Sayın Öcalan’a fena halde muhtaçtır. Birçok defa yaptıkları gibi yine bab-ı lütfuna başvurmaya mahkumdurlar.

Cemil Bayık’ın tabiriyle “devlet memuru” Yalçın Akdoğan ise, “Öcalan’ı da diri diri mezara koydular” diyerek sizi hedef aldı. Nedir bunun niyeti?

Yalçın Akdoğan’ın ve AKP’nin birçok kurmayının Öcalan’la ilgili son yıllarda yaptıkları yorumlar ortada. Bu yorumlar arşivlerde hep duracak. İçtenlikli bir saygıyla yapılmış değerlendirmeler olmadığı için şimdiki tecrite bir kılıf bulmak zorundaydılar. Bu kılıf, “Biz tecrit etmiyoruz, onlar sebep oldu” şeklinde olmalıydı. Öyle de yaptılar. Ben muhataplarına bile böyle değerlendirmeler yaptırtıp değerini ortaya koyan bir insanı, biz anlamamış, üzmüş, hayal kırıklığına uğratmış olabilir miyiz diye düşünüyorum hep. Benim bakışım budur.

Peki Öcalan’ın ne düşündüğünü, nasıl değerlendirdiğini en iyi bilenlerden biri sizsiniz. Hükümet kanadı bunu çok gündeme getiriyor: Gerçekten Öcalan, sizin parti olarak tavrınızdan, tutumunuzdan rahatsız; ya da bu tutum dolayısıyla zora düşen bir pozisyonda mı?

Hükümet kanadı, “Kürt seçmenden ne koparırsam, ne kadarını sandıktan uzakta tutarsam kardır” diye düşünüyor. Kürtlere yakın medyada bile bu söylemin alıcısı çıktı. Çok ilginç, bu partiyle ilgili Öcalan’ın görüşü daha ilk günden belli, çözüm sürecinin yol haritası da öyle. Sizce Öcalan böyle kilit rol oynayan bir partiye, böyle bir paye verilen partiye sırtını döner mi? Kendisinin söylemlerini, AKP’nin ciddiyetsizliğine dair ifadelerini defalarca tekrarladım. O gerekçeyle tekrara gerek yok. Mühim olan bu algıyla kavga edebilmek. Fakat Sayın Öcalan’ın eleştirel ve geliştirici uyarıları hep vardır ve olmaya da devam edecektir.

Yine hükümet kaynakları, sürecin “Ortadoğu’daki gelişmelere dayandığını” açıkça söylüyor. PYD’ye yönelik kışkırtıcı savaş dili, ara ara tekrar eden fiili müdahalelere evrildi. Rojava, devletin süreç politikasına nasıl etki ediyor?

Rojava, hem devletin süreç politikasında hem uluslararası politikada çok etkili bir alan. Kürtlerin ulusal bilincine yaptığı etkinin boyutları da apayrı bir tartışmanın konusu. Bu gerekçeyle devlet Rojava’daki dinamikten hep korktu, korkmaya da devam edecek.

Peki sizin süreç tarifinize ve politikanıza etkisi ne Rojava’nın?

Rojava özgür bir yaşamın en barbar güce karşı bile mümkün olacağını bir daha hatırlattı bize. Orada yaşananları görenlerle konuştuğunuzda daha iyi anlıyorsunuz. Bizim süreç tarifimize ve politikasına etkisi, onu motive etmek dışında bir şey olmadı Rojava’nın. Rojava, bir idealin gerçekleşmesi. Bizi de farklı şartlar içinde farklı enstrümanlarla mücadele edenler olarak hep motive etti. Ama Rojava tam da bugünlerde, erken iktidar ve zahmetsiz sonuçlar bekleyenlerin yaşadığı küçük burjuvaya özgü düş kırıklıklarına derman olabilecek bir örnektir. Fuzuli’nin dediği gibi ‘Dost bîvefa, felek bîrahm, devran bîsükün/ Dert çok, derman yok, düşman kavi, talih zebun” olan bir yerde, “yok”lar içinden bir yeni yaşam inşa eden iradeyi hatırlamak herkese iyi gelecektir.

Herkes aynı şeyi merak ediyor: Bundan sonrasında sürece, diyaloga dönülmesinin yolu, yöntemi var mı? Önümüzdeki dönem Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda nasıl gelişecek? Yeniden masaya dönüş gündeme gelirse, sizin koşullarınız neler?

Dolmabahçe mutabakatının koşulları belirlidir. Çatışmasızlığın belirli şartları vardır. Biz karşılıklı olarak çatışmasız, çözüme açık bir süreç bekliyoruz. OHAL politikaları da, asimetrik savaş da bu sürecin çözüm süreci olarak sürmesinin önünde engel. Mutabakat orada duruyor. Oraya geri dönmek siyasal sınırımızdır. Yanılgılar her şeyi hükümetten beklemek ya da beklemek odaklı düşünce biçiminden kaynaklanıyor. Oysa hükümet etkisiyle seçimlerden hemen sonra yıldırım hızıyla çıkan mahkumiyet ve beraat kararları, hükümetin niyet, karar ve tutumunu yeterince açık ediyor. Benim bütün değerlendirmelerim, bizlerin irade koyma gerçekliğimiz var sayılarak yapılmıştır. Yani, istersek, doğru analiz edersek, yeterli ve yaratıcı bir pratik sergilersek süreci demokratik bir niteliğe evirebiliriz. En güçlü gibi gözüktükleri an, en zayıf anlarıdır. Ezilenlerin iradesi ve gücü her şeyin üzerindedir.

Bu dönemde orduyu nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP’yle Kürt halkına yönelik savaş konusunda bir mutabakatları olduğu biliniyor da, görülüyor da… Ama tam bir entegrasyondan bahsedilebilir mi?

Türkiye’nin modern tarihinin de pre-modern tarihinin de en eski yapılarından birinden bahsediyoruz. Çok katmanlı bir yapı ve içeride farklı grupların varlığı bir sır değil. Genelkurmay Başkanı’nın demeçlerine bakın, hepsi kendi karargahına dönük demeçlerdir. Ordunun şu an üç eğilim arasında gidip geldiğini düşünüyorum. Bu eğilimler, geleneksel sekülerlik yanlıları, iktidara biat edenler ve ‘dur bakalım kim kazanacak’ diyenler olarak özetlenebilir. Bu özetlemeyi yaparken bu ordunun bir Türk ordusu değil, bir NATO ordusu olduğu gerçeğini de unutmamak şartıyla. Entegrasyonla sonuçlanmayacağı kesindir. NATO’nun küresel hesapları için gerekli rolü oynaması karşılığında ‘Kürt’ü vurabilirsin!’ vizesi verilmiştir. Adı üstünde vizedir ve bir süresi ile birçok şartları vardır.

Kürt kentlerinde de oylarınızda ortalama yüzde 13 dolayında düşüş oldu. Neden kaynaklandığını düşünüyorsunuz?

Elbette çalışmalar yapılacaktır; ancak barış sürecinde özellikle orta sınıf Kürt seçmenden, Kürt Özgürlük Hareketi ile doğrudan bağ kurmamış Kürt seçmenden aldığımız oylar konusunda çalışma yapmak gerekir. Zira HAKPAR gibi partilerin oylarında artış gözlüyoruz. Burada hem Kürtlerin siyasal akımları arasındaki ilişkiler hem de Kürt seçmeninin orta sınıfının devletle öyle ya da böyle kurduğu ekonomik bağları kaybetme korkusu vardı. Devlet ve hizmetleri insanlar için ne yazık ki bu merkezi sistemde bağlayıcı. Bizim yerel yönetimlerin güçlenmesi gibi konulardaki ısrarımız sanırım daha iyi anlaşılmıştır şimdi.

Başta liberal cenahtan isimler olmak üzere birçok gazeteci, yazar ve siyasetçi de HDP’nin oylarındaki düşüşten PKK’yi ve öz yönetim direnişlerini sorumlu tuttu. İşte Baskın Oran, “Kandil’in yatacak yeri yok” dedi mesela… Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Çatışmanın HDP’ye puan kaybettirmiş olduğu bir gerçek. Ancak çatışma hakkında bu ülkede insanlar ne duydular? O çatışma Türkiye’ye nasıl yansıdı? Cizre’den ne kadar haberdardı insanlar? Bunları düşünmeden ne insanları suçlayabiliriz ne de bu konuda rahatlıkla konuşabiliriz. Ama 7 Haziran yenilgisi sonrası AKP’nin bir savaş planını devreye soktuğu süreçte yegane sorumluyu Kandil olarak görmek, sorunlu bir yaklaşım. Baskın Hoca’nın kendine has bir tavrı var ve belli ki AKP’nin bu dönemde gideceğine ilişkin toplumda oluşan beklentiye iştirak ediyordu; ama bizler bu şartlar altında insanlara barışı ve çatışmasızlığı yeterince anlatamadık. Eğer insanlara çocuklarının nasıl öldüğünü anlatmak yerine seçim programımızı anlatma şansımız olsaydı Haziran öncesinde olduğu gibi daha farklı bir sonuçla karşı karşıya olurduk.

HDP bu süreç boyunca öz yönetim direnişlerinin içerik ve biçimini, güncel-politik anlamını yeterince anlatabildi mi?

Seçim sürecinde insanların öğrenmek istedikleri, oy verdikleri, oy vermelerine doğrudan etki eden şeyleri tespit etmek önemlidir. Türkiye’nin batısında genel olarak oy verme davranışları düşünüldüğünde örneğin sizin sorduğunuz soruyla ilgili insanların kapısına gidip bir iletişim çalışması yapmak mümkün değil. En azından sizin bu terminolojinizle bunu yapmanın hiçbir gerçekçiliği yok. O gerekçeyle bir performans değerlendirmesi yapabilmek için ortada geçerli bir başlık da olması gerekiyor. Öz yönetim direnişlerinin içerik ve biçimini insanlara anlatırken en doğru yerden başladık hep: Yaşama hakkından. HDP’nin 7 Haziran başarısı tam da bunun sonucuydu: Yaşama hakkına saygının. Çatışma döneminde toplumsal algı bizi yaşama hakkıyla aynı safta görmedi. Bu devletin stratejisiydi ve işe yaradı. Kendimizi bu nedenle yeterince ifade edememiş sayabiliriz.

Son olarak sizi soralım. HDP, ne yapacak önümüzdeki kısa vadede?

Yeni gelen seçmen niteliğinin mahallelerden başlayarak tüm yönetim süreçlerine demokratik katılımını sağlamak öncelikli hedefimiz olmalı. Genişlemek, yeni gelenlere güven vermekle mümkündür. Bu da onlara temel ilkelerimiz doğrultusunda alan açmakla olacaktır. Gençliğin daha katılımcı ve belirleyici olabileceği mekanizmalar geliştirmeliyiz. Dar siyasal yapıların vekil odaklı taleplerinin önüne geçip emek sahipleri ve alanlarda bizzat ömür tüketen değerlere daha etkin temsiliyet olanakları sağlamalıyız. Gelecek ve ana güç oradadır. Yerel yönetimlerimizin öz yönetim ilanı yerine öz yönetim pratiği sergilemeleri için hepimiz güç vermeliyiz. Ülkemizin HES’ler eliyle talanına karşı can verirken neoliberal vahşiliğin en kristalize hali olan AVM’lerin kentleri ve insan dokusunu çürütmesini ruhsatlandırmak en büyük vebalimiz olacaktır. Taşeronlaştırmaya itirazı parti programına koyan bizlerin yerel istihdamda özgün bir model geliştirememiş olmamızı çok dert etmeliyiz. Buralardan başlayacak gücümüz var ve mazeretimiz yoktur.

MHP’nin oylarındaki düşüş, neredeyse bağırarak geldi. Hiçbir iddiası olmayan bir kampanya dönemi geçirdiler. Şimdi de sonuçları sessizce kabul etmiş görünüyorlar. “Bu işte bir iş mi var” diye düşüyor, pek çok kişinin aklına…

MHP Kürt sorunu ne zaman çözüm aşamasına gelse çözümsüzlük konusunda AKP’nin yanında saf tuttu. Bütün politikaları bir stepneliği içeriyordu zaten. AKP de “aslına rücu edince” varlıkları gereksizleşti, o kadar. Barajın üstünde olmalarına şaşıranlar var; ama MHP devletin emniyet sübabı konumunda. Ben ne olursa olsun sistemin de, milliyetçi toplumsal aklın da MHP’yi dışarıda bırakmayacağını düşünüyorum.

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat, CHP politikasının da AKP’yi güçlendirdiğini belirtmiş ve CHP’ye “bir karar verme” çağrısı yapmıştı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

CHP tıpkı HDP gibi legal siyasal bir parti ve henüz kendi değerlendirmelerini bile tam olarak yapamadılar. Sonucun ne ile ilgili olduğunu bilmeden geçmişte yapılan çağrılara referans yapmak bizi yanlış yönlendirebilir. Bu seçimler bana kalırsa sadece bir milliyetçilik hezeyanına değil, aynı zamanda ekonomi konusundaki ciddi bir algı yönetimi sürecine de kurban gitti. CHP’ye yönelik en büyük eleştirimiz, koalisyon görüşmeleri sürecinde Türkiye’yi bu kadar uzun süre oyalamaları yahut oyalatmaları ve görüşmelerin içeriğine ilişkin asla yeterince şeffaf olmamaları olabilir. Ayrıca şu seçimde oyunu az da olsa arttırmış bir partiyi, üstelik üyeleri Ankara Katliamı’nda katledilmiş, önemli bir değişim-dönüşüm dinamiği yoluna girmeye çalışan bir partiyi suçlamak, bana adaletsiz bir davranış gibi geliyor.