Ekin Karaca / Bianet

“Umutlu olmak gerekir. Ancak her şey planlandığı gibi ve benim arzu ettiğim şekilde sonuçlanacak diyemiyorum. Çünkü bizim Başbakan’ın bir günden bir güne nasıl bir politika izleyeceğinin belli olmaması gibi bir özelliği var. Durmadan birbirine ters görüşler ortaya atıyor. (…) Başbakan’ın ve Hükümet’in daha önceki zikzaklı politikalarına baktığımız zaman da endişe yaratıyor, güvensizlik yaratıyor.”

Eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) Milletvekili, Kürt siyasetçi Tarık Ziya Ekinci, PKK’nin silah bırakma sürecini ve Hükümet’in sürdürdüğü diyalog sürecini bu sözlerle değerlendiriyor.

Ekinci ile AKP’nin BDP-PKK ekseninde değişkenlik gösteren Kürt sorununa karşı yaklaşımını, bazı sol-aydın çevrelerin sürece yaklaşımını, çözüm için gündemde olan akil insanlar komisyonu ve yeni anayasa sürecini, PKK’nin silahlı güçlerinin sınır dışına çekilme aşamasında yaşanabilecek olası sorunları ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır’da Newroz’da okunan mektubunu konuştuk.

“BEBEK KATİLİ”NDEN MÜZAKERE YÜRÜTÜLEN LİDERE

Bundan kısa süre önce Öcalan’a “bebek katili” denirken, idam tartışmaları yapılırken şimdi müzakere yürütülüyor ve lider konumuna geldi. PKK’liler Zerdüşt olmakla “suçlanırken”, neredeyse “din kardeşi” noktasına geliyoruz. OHAL dönemlerini aratmayan savaşçı dilden bir anda nasıl oldu da böylesi bir iklime geçtik?

Bu tür mücadelelerin doğasında vardır bu. Mücadele eden taraflar el altından gizli görüşmeler yaparken karşı tarafa karşı hakarete varan suçlamalarda bulunurlar.

Cezayir’le Fransa arasında da benzer bir süreç yaşanmıştı. Charles de Gaulle Cezayir Kurtuluş Savaşı’nı yürütenlere çok ağır sözlerle yüklenirken el altından görüşmeler yürüyordu. Ancak en sonunda suçlamalardan vazgeçildi ve yeni bir süreç başladı. Bu süreçte iki tarafın anlaşarak sorunu çözme kararı ortaya çıktı.

PKK’ye karşı yürütülen mücadelede de BDP’yi ve aşağı yukarı tüm Kürt hareketini içine katan anti demokratik, barıştan yana olmayan, herkesi ürküten çok sert bir dil vardı. Aynı şekilde BDP cenahında da o sert dil hakimdi. Ama bunlar devam ederken el altından devlet adına MİT’in başını çektiği görüşmeler tahminimce devam ediyordu.

Bu, açlık grevleriyle birlikte ortaya çıktı. Açlık grevlerinin sonlandırılmasında Öcalan’ın açık iradesi belirleyici olunca artık devlet de el altından yaptığı görüşmeleri açığa çıkardı. Başbakan da devlet olarak Öcalan’la görüşmeler yapıldığını açıkladı. Öcalan’ın gerçek muhatap olduğunu, ancak onunla bu sorunun çözülebileceği kanısına vardı. Öcalan da başından beri kendisine olanak tanınması durumunda Türkiye’nin birliği için çalışmaya hazır olduğunu ifade ediyordu.

Başbakan bu işin müdahilidir ve bu işi yürüten kişidir. Öcalan’ın Newroz’da açıklamış olduğu temel ilkeler de Başbakan’ın denetiminden geçmiştir. Çünkü mektubu BDP’lilere MİT getirip verdi.

Siz hayatını Kürt sorununa adamış birisiniz. Yıllar boyunca çeşitli adımlar atıldı ve her seferinde silahların susması için yeni umutlar doğdu. Şimdi onlarca yılı gözünüzün önüne getirdiğinizde bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncekilerden farkı ne?

Hayatımın en güzel yıllarını cezaevlerinde, sürgünlerde geçirdim. Benim yaşadığım süreç içinde Kürt sorununun varlığından bahsetmek bile ağır bir suçtu. Hatta Kürtlerin varlığından söz etmek dahi suçtu. Sadece “Kürtler vardır” dediğim için TCK 141. maddenin 1. fıkrasından mahkum oldum.

Türkiye’de artık Kürtlerin varlığı herkes tarafından kabul ediliyor.

Kürt dilinin seçmeli ders olarak okutulması, televizyonda Kürtçe yayın yapılması, yerel radyo ve televizyonların açıkça Kürtçe yayın yapmaları, Diyarbakır, Mardin ve Muş’ta üç üniversitede Kürt Dili ve Edebiyatı’na ilişkin enstitülerin açılması çok büyük adımdır. 

Kürtçenin anadili Kürtçe olan insanlara seçmeli ders olarak okutulması biraz tuhaf değil mi?

Bundan 10 sene önce Kürtçe seçmeli ders olarak okutulacak, üniversitede Kürtçe üzerine lisans eğitimi yapılacak deseydim inanmazdınız.

“İKİNCİ MÜCADELE DÖNEMİ BAŞLIYOR”

Kürtlerin hak mücadelesi sona mı erdi?

Öcalan’ın yaptığı açıklamada şu açık şekilde ortaya konuyor: Silahlı mücadelenin miadı dolmuştur. Silahlı mücadele geçerli değildir ve son bulması lazım. Ama mücadele devam edecek diyor. Türkiye’de yüksek standartlı demokrasi kurulana kadar demokratik mücadele devam edecek. İleri demokrasi kurulmadan eşit haklı vatandaşlığın tesisi, hak savunmanız mümkün değildir.

Her türlü görüşün özgürce tartışılabildiği ileri demokrasiye doğru gitmek sorunun çözümünde bir anahtar rolü oynayacaktır. Bu ikinci mücadeledir. 

Gelinen noktayı PKK’nin başarısı olarak mı tanımlamak lazım?

PKK’nin mücadelesi olmasaydı Kürt sorununun çözümünde bu adımların bu süratle atılması ve bu kazanımların elde edilmesi mümkün değildi. Belki bundan 30-40 yıl sonra gelişme olurdu ama çok uzun sürece yayılarak gelişirdi.

Bu kazanımlarda PKK’nin rolünü devlet de kabul etmiştir ve o nedenle bu yola çıkılmıştır. Temel amaç kanlı mücadeleye son vererek kanı durdurmaktır.

Bu adımların atılmasında ordunun vesayetinin gerilemesi de etkili oldu. Çünkü eskiden karar merkezi orduydu. Pek çok Başbakan bazı adımlar atmıştı ama çözüm üretilememişti.

Mesela Tansu Çiller Viyana’da bir toplantıda İspanya Başbakanı Felipe Gonzalez’e “Sizin Bask bölgesi için kullandığınız yöntemleri biz de deneyelim” demişti. Sonra kıyamet kopunca Türkiye’ye döndüğünde inkar etmişti.

Mesut Yılmaz da “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” dediği için herkes ayağa kalkmıştı.

“BAZI AYDIN ÇEVRELER TOPLUMSAL SORUNLARI DEĞERLENDİRMEDE YETERSİZ”

Bugün Radikal gazetesinden Ezgi Başaran’a röportaj veren Fırat Anlı, bazı sol aydınların sürece ilişkin sarf ettiği sözlerin canlarını acıttığını söyledi. Ahmet Türk de Öcalan’ın mektubunun okunmasının ardından “Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik. Bizi de anlayın” demişti. Barış masasındaki Kürtlerin kendilerini açıklamak zorunda kaldığını hissediyor musunuz?

Kendisine sosyalistim diyen kişilerden bazılarının toplumsal sorunları değerlendirmede ve belli sonuçlar çıkarmak noktasında yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Ayrıca Türkiye ve dünyadaki gelişmeler karşısında yetersiz kalanların sosyalizmin ne anlama geldiğini de pek özümsemiş olmadıkları kanaatindeyim. Artık globalleşmeye doğru gidiyoruz ve eskiden olduğu gibi ulus-devlet kavramları fonksiyonlarını yitiriyor ve yeni bir ulus anlayışı ortaya çıkıyor. Yeni ulus anlayışında etnik öğelerin haklarının hukuklarının tanınması öne çıkıyor.

Habermas’ın ortaya koyduğu “Anayasal vatandaşlık” kavramı geçerli. Anayasal vatandaşlık kavramında bir ülkede yaşayan tüm insanların hangi etnik, dinsel topluluktan olursa olsun özgürce kendi inançlarını, dilini, kültürünü geliştirme hakkına sahip olması ön plana çıkıyor.

Sadece bir dilin, dinin, kültürün diğerlerini baskı altına aldığı anlayışın egemen olduğu dünyadan artık çıktık.

Bazı kişiler hala bunun farkında değil. Onlar hala ulusların kendi kaderini tayin etmesi çerçevesinde hareket ediyorlar. Kürtlerin kendi kaderlerini belirleyip bağımsız bir devlet olma tezini yaşama geçirilmesini ön görüyorlar.

Oysa bugünün koşullarında bu öğe Kürtler için geçerli değil. Kürtlerin yüzde 50 civarı Batı Anadolu’da yaşamaktadır. Çatışma döneminde köylerinden kovulan, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak ekonomik nedenlerle batıya çok sayıda aile göç etti. Bu da yerleşik Kürt nüfusunun yarısına yakınını teşkil ediyor.   

Şimdi bazıları “Başta bağımsızlık teziyle ortaya çıktınız, sonra federasyon, sonra özerklik dediniz ama hepsini bıraktınız” diyorlar. Oysa nesnel koşullarda bu tezde ısrar etmek demek Kürtlerin yarısını feda etmek anlamına gelir.

Diyelim federasyon kurdunuz ve o federasyon için belli haklar sağladınız. Peki, öbür Kürtler ne olacak? Onların demokratik hak talepleri nasıl yaşama geçecek? Siz onları İstanbul’dan İzmir’den zorla eski köylerine götüremezsiniz. Bu bir defa insanlık faciası olur.

Sorunların çözümünde ileri bir demokrasi tek öğe oluyor. Ancak bazı sosyalistler bu noktada da karşıt iki demokrasi geliştiriyor: Sosyalist demokrasi ve burjuva demokrasisi. Artık demokrasi kavramı da değişmiştir. Demokrasi artık çağımızda bir süreç olarak değerlendiriliyor. Bu süreç tarih boyunca durmadan değişen ve özellikle ezilen, demokratik hakları gasp edilen sınıfların ve vatandaşların yaptıkları mücadelelerin birikimi olarak toplumsal değişim oluyor.

Bugün geldiğimiz noktadaki demokrasi belli bir kazanımın işaretidir. Ama bu yeterli değil. Bunun için mücadele etmek ve daha ileri götürmek lazım. Bunun için de örgütlü, siyasal mücadeleye gerek var. Demokrasiye yararı olan tüm sınıf ve katmanları bir araya toplayan güçlü bir hareket yaratılmalıdır.

Bugün Türkiye’de böyle bir hareket yok. Türkiye’deki tüm demokrasi güçlerinin etkin çalışan bir örgüt yaratması gerekiyor. Böyle demokratik bir örgüt sadece Kürt sorunuyla değil, Türkiye’nin tüm sorunlarıyla ilgilenmeli.

“ATATÜRK DE 'TEK ADAM' OLANA KADAR KÜRTLERİN HAKLARINI TANIMIŞTI”

Başkanlık sistemi için BDP ve AKP anlaştı yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bunun gerçekçi olduğuna inanmıyorum. PKK ve BDP’nin böyle bir taahhütte bulunabileceğine ihtimal vermiyorum. Çünkü hem PKK hem BDP çok iyi biliyor ki, Kürt sorunun çözümünde belirleyici olan demokrasidir. İleri demokrasi olmadan bu sorun çözülemez.

Çözülse bile, diyelim ki anlaşma yapıldı ve Erdoğan’ın istediği tarzda başkanlık sistemine geçildi ve Kürtlere bazı haklar verildi. Bu hakların hiçbir garantisi yoktur.

Bunun Kürtlerin yakın tarihinde yüzlerce örneği var. 1919’dan 1923’e kadar Mustafa Kemal tüm konuşmalarında Kürtlerin ırki haklarına riayet edileceği, Kürtlerin bulundukları alanlarda özerk yaşayacaklarını söylerdi. 1921 Anayasası’nda da buna ilişkin hüküm vardı.

Güneydoğu’daki bölge komutanı Nihat Bey’e gönderdiği telgrafta “Meclis Kürtlerin çoğunlukta olduğu alanlarda özerk yönetimler kurulmasını kabul etmiştir” demişti.

Ali Rıza Paşa hükümetiyle yaptığı görüşmede de “Kürtlerin ırki hakları tanınmadığı ve bunlara saygılı olunmadığı taktirde yabancıların kontrolüne kapılmaları tehlikesi vardır” diyor.

1923’te Cumhuriyet’in ilanından çok kısa süre önce İzmir’de yaptığı toplantıda “Kürtlerin çoğunlukta oldukları yerlerde özerk yönetimler kurulacaktır. Eğitimde, sağlıkta özerk olarak örgütlenecekler ve kendilerini yönetecekler” diyor.

Sonra ne oldu da tüm bu süreç değişti?

1924 Anayasası’yla birlikte Kürtler yok oldu. Mustafa Kemal tek adam oldu ve mutlak bir otorite kurdu. Demokrasi diye bir şey kalmadı. Kürtler için verilen sözlerin tutulmasının da anlamı kalmadı.

Şimdi aynı şey tekrar edebilir. Siz Erdoğan’a bu ülkede mutlak hakimiyet kurma yetkisini verdiğiniz takdirde tıpkı Mustafa Kemal’in 1924 Anayasası sonrası elde ettiği haklara benzer haklara kavuştuğu andan itibaren Kürtlerin elde etmiş olduğu tüm haklar biter.

BDP ve PKK’lilerin bunları düşünemeyecek kadar bilgisiz olduklarına ihtimal vermiyorum. O yüzden Erdoğan’ın istediği başkanlık sistemini belli haklar karşısında pazarlık konusu yapacaklarını da düşünmüyorum.

“TÜRK-KÜRT BİRLİKTELİĞİNİ SAĞLAYAN İSLAM OLDU”

Öcalan’ın mektubunda Türkler ve Kürtlerin 90 yıldır “İslam bayrağı” altında kardeşçe yaşadıklarına dair vurguyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Anadolu’da inançsızlar da var, gayri müslümler de var. Onlar 90 yıldır kardeşçe yaşamıyor mu? Ne oldu da birden Öcalan “İslam bayrağı”nı devreye soktu?

Öcalan’ın bunu hangi amaçla devreye soktuğunu bilemiyorum. Ama bir gerçeğe işaret etmiştir. Türklerle Kürtlerin birlikteliğini sağlayan tek öğe uzun yıllar İslam oldu. Özellikle feodal değerlerin egemen olduğu koşullarda ve hatta bugün bile feodal değerlerin geçerli olduğu koşullarda Kürtleri Türklere bağlayan ve bir arada yaşamalarını bir nevi gerekli kılan İslamiyet olmuştur.

Nitekim Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal Kürt Beylerine çektiği telgraflarda “Kutsal hilafeti ve padişahlığı kurtarmak için mücadeleye çıktık. Bizimle İslamiyet’in temel değerlerini kurtarmak için el birliği yapmaya sizi davet ediyorum” diyor. Onlar da kabul ediyor.

Feodal değerlere bağlı olan toplum kesimleri hala var. Bugün AKP’ye oy verenlerin hala bunun etkisi altında olduğunu düşünüyorum. Geniş kitlelerin AKP’yi BDP’ye tercih etmesinin temel nedeni dindir.

“MÜZAKERE SÜRECİYLE BİRLİKTE DEMOKRATİKLEŞME ADIMLARININ DA ATILMASI GEREKİRDİ”

Hükümet ne yapacak? Demokrasi, özgürlükler noktasında atılacak adımlardan söz edilmiyor. Kaldı ki 10 bine yakın kişi KCK davası kapsamında tutuklu. Karayılan da Erdoğan’ın “Silahları ayaklarınız altına alın, gelin siyaset yapın” sözlerini hatırlatıyor ve ekliyor: “İyi güzel de siyaset yapanlar bugün hapisteler, halbuki onların şiddetle hiçbir ilgileri yoktu. Bir yasayla bu sorunu çözmek gerekir.” Siz ne düşünüyorsunuz?

PKK’nin silahları terk etmesini ve suç işlemeyenlerin Türkiye’ye gelip siyaset yapmasını isteyen Hükümet’in bunları söylerken demokrasi adına bazı adımlar atması gerekirdi. Hala onu bekliyoruz. Bu elbette karşılıklı olarak birbirini yoklama sorunudur.

Şu anda silahların susması çok büyük bir kazançtır. Bu adıma çok değer veriyorum. Şimdi karşılıklı adımları göreceğiz. Başbakan “Bakalım, çekilecekleri mi çekilmeyecekler mi göreceğiz” diyor. Tamam da PKK de aynı şeyi diyor. Demokratikleşme olacak mı olmayacak mı, siyasi partiler kanunu değişecek mi, TMK değişecek mi, KCK’liler tahliye olacak mı, hukuk sisteminde hak ve özgürlükleri ön plana çıkaran düzenlemeler yapılacak mı, her şeyden evvel çağdaş bir Anayasa yapılacak mı?

“İLK ÜÇ MADDE KALKMADAN ÖZGÜRLEŞEMEYİZ”

Gelişmeler kapsamında yeni Anayasa konusunda ne düşünüyorsunuz? Özgürlükler konusunda kapsayıcı bir Anayasa mümkün mü?

Anayasa’nın ilk üç maddesinin değişmezliği konusunda iki siyasi parti, CHP ile MHP açıkça deklare etti konumunu. AKP’nin de buna uyduğunu görüyoruz.

Oysa Anayasa’nın temel felsefesi bu üç maddede yatıyor. Bu maddeler baki kaldığı takdirde Anayasa’nın hangi maddesini değiştirirseniz değiştirin, hiçbir faydası olmaz. Anayasa’nın temel felsefesi burada.

Mesela Atatürk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık diyor… Keza ülkenin, devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü diyor. Yani bir devlet var, ülke ve millet buna tabidir. Devleti her şeyi üstünde tutan, devleti kutsayan bir Anayasa… Devleti bireye karşı koruyan bir Anayasa…

Oysa modern anayasalarda birey devlete karşı korunur. Çünkü zayıf olan bireydir, elinde güç ve silah bulunduran devlettir.

Bana göre Anayasa’daki “Atatürk milliyetçiliği” 1924-25’ten sonra çıkarılan şark ıslah planıdır. Ve daha sonra 1934’te çıkarılan mecburi iskan kanunudur. Bunlar asimilasyoncu kanunlardır. Mesela Türkçe’den başka bir dilin kullanılması yasaktır ve bu diller kullanıldığı takdirde cezalandırılacaktır diyor. Zor dönemlerden geçtik.

Atatürk milliyetçiliği budur. Doğuya, Batıya sürgün edilen Kürtler, Kürt ileri gelenleri gidecekleri yerlerde, mahallelerde, köylerde çoğunluk sağlayamayacakları şekilde dağıtılacaklardı. Mesleklerinde etkili olamayacaklardı ve kısa şekilde Türkleşmeleri sağlanacaktı. Bu açıkça asimilasyoncu bir milliyetçiliktir. Ve bu durum 1947’de Demokrat Parti meclise 60 milletvekili sokana kadar devam etmiştir.

“GERİ ÇEKİLME KONUSU SANILDIĞI KADAR KOLAY DEĞİL, YASALAR VAR”

Geri çekilme aşamasında hem örgüt hem devlet açısından 1999’dan çıkarılacak dersler nelerdir? Karayılan da geçmişteki tecrübelere atıfta bulunarak sınır dışına çekilme aşaması için yasal düzenleme gerektiğini, yasadışı yöntemlerle gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını söylüyor ve ekliyor: “30 yıllık isyan var. Sona ermesi için sadece irade değil, meclisin yasal kararlarına da ihtiyaç var. Ciddiysek, samimiysek bu adımların atılması lazım”

Gerçekten çok zor bir konu, bunun nasıl çözüleceği bilinmiyor. Bu karşılıklı güvene bağlı bir sorun. PKK’nin başından geçen deneylere bakarak böyle bir güvence istemeye hakkı var. Başbakan’ın açıklamaları önemli ama güvenlik güçlerini bağlamaz.

Güvenlik güçleri yasalar gereği silahlı birini gördüğünde onu yakalamak ve etkisiz hale getirmekle yükümlüdür. Bunu yapmazsa görevini yapmamış olur. Bunun için bir yasa çıkmıyor. AKP hükümetinin bunu çıkarması, formüle etmesi çok zor. Kendilerini zor duruma sokar.

Akil insanlar komisyonu denetleyecek deniyor…

Akil insanlar komisyonunun hiçbir fonksiyonu yok. Oradaki kumandana bunları yakalama diyemezsiniz, böyle bir şey yok. Hükümetin bunun için nasıl bir formül bulacağını ve PKK’yi nasıl ikna edeceğini doğrusu kestirmek çok zor.

Ordu içinde biri “Ben devletin güvenliğini temsil ediyorum, ben güvenlik güçlerine mensup bir kişiyim, benim karşımda ülkedeki silahlı güçlerin mevcudiyetini kabul edemem” demeye yasal olarak hakkı var.

Yani bir komutan kafasına göre “vur” emri verebilir…

O komutan emir vermezse suçlu konumuna düşer. Hakkında tahkikat yapılır. “Senin gözünün önünden geldi geçti, ama sen müdahalede bulunmadın, yakalamadın veya bunları etkisiz hale getirmedin” diyebilirler ve suçlu durumuna düşer.

“PKK’DEN FARKLI SES ÇIKSA DA ETKİLİ OLMAZ”

Karayılan, Türkiye'den koparak değil, birlikte sonuca gitme kararı aldıklarını ifade ediyor. Ancak özellikle orta komuta kademesinin tereddütleri olduğunu söylüyor. PKK de farklı sesler çıkabilir mi?

PKK silahların susması konusunda alt kademeyi ikna edebilir. Artık PKK için de bu zorunlu bir durum haline gelmiştir çünkü başka çaresi yok. Çok büyük kayıplar verdi bugüne kadar. Normal kontenjanının beş katını kayıp verdi. Bu muazzam bir rakam.

Bu kanın akmasının bir an evvel son bulmasını herkes istiyor. Kitlelere rağmen savaşta ısrar etmenin hiçbir yararı olmadığını onlar da biliyor. Dayattıkları takdirde PKK güç kaybedecek. PKK içinde bazı unsurların bu sürece karşı çıkacağı kesin. Türkiye’de de PKK’ye karşı silahlı mücadelenin bırakılmasını istemeyen gruplar çok. Çözülmesi zor bir konu hakikaten.

HERKESİN AKİL İNSANLAR KOMİSYONU KENDİNE

Akil insanlar konusuna gelecek olursak, siz böyle bir komisyonun faydalı olacağını düşünüyor musunuz?

Kafalarda farklı yöntemler var. Başbakan’ın düşündüğü “akil insanlar”la Öcalan’ın düşündüğü “akil insanlar” çok farklı. Başbakan akil insanların bir grup halinde Türkiye’nin değişik yerlerinde barışın gerekliliğine halkı ikna edebilmek, devletin ve hükümetin izlediği politikanın doğruluğuna halkı ikna edebilmek için bir komisyon kurulmasını düşünüyor.

Öcalan ise galiba akil insanların daha çok bir nevi vicdani adalet komisyonu olarak görev yapmasını istiyor.

PKK yöneticilerine “çocuk katili”, “masum insanları, kadınları katleden” gibi çeşitli ithamlar yapıştırılıyor. PKK de güvenlik güçlerinin pek çok masum insanı katlettiğini, faili meçhul cinayetler işlediğini söylüyor. Tüm bunların samimiyetle açığa çıkması için bir nevi vicdani adalet komisyonu olarak çalışmasını öngörüyor galiba.

Bu iki konsept arasında kökten anlayış farkı var. Bu anlayış farkının giderilmesi lazım. Her iki taraf da akil insanlar komisyonu diye konuşuyor ama özünde bu komisyonun ne gibi işler yapacağı netlik kazanmamıştır.

Peki siz böyle bir komisyon çalışması veya benzeri bir çalışmaya dahil olmayı düşünür müsünüz?

Benim rahatsızlıklarım nedeniyle böyle bir iş yapacak gücüm yok. Bana “Şuraya git hükümetin aldığı kararların doğru olduğunu, Öcalan’ın yaptığı açıklamanın yerinde bir açıklama olduğunu savunacaksın” derlerse benim öyle bir gücüm yok. Herhalde onlar kendileri daha uygun isimler bulacaktır. Bana böyle bir teklif gelmedi, geleceğini de sanmıyorum.   

“İKİNCİ CUMHURİYET ANCAK YENİ ANAYASAYLA BAŞLAR”

Radikal’e konuşan Fırat Anlı “Gerçek 2. Cumhuriyet şimdi başlıyor” diyor. Siz katılıyor musunuz?

İkinci cumhuriyet yeni bir anayasa yapıldığında olacak. Bu anayasanın temel felsefesini belirleyen ilk üç maddesi tamamen ortadan kalktığı ve buna paralel olarak diğer maddeleri de değiştirildiği zaman yeni bir cumhuriyetin kurulduğunu söyleyebiliriz.

Yüksek standartlı bir demokrasiyi öngören anayasal vatandaşlığa açık ve toplumu, bireyi devlete karşı koruyan yeni bir felsefeyle anayasa yapıldığı zaman yeni cumhuriyetten söz edebiliriz. Bugün için böyle bir şey söylemek için biraz erken.

“MİLLİ BASIN SÖYLEMİ OTORİTE ÖZLEMİNİN GÖSTERGESİ”

Son olarak, tüm bu yaşananlardan umutlu musunuz? Silahlar karşılıklı olarak susacak ve artık kan akmayacak, barış gelecek mi?

Umutlu olmak gerekir. Ancak her şey planlandığı gibi ve benim arzu ettiğim şekilde sonuçlanacak diyemiyorum. Çünkü bizim Başbakan’ın bir günden bir güne nasıl bir politika izleyeceğinin belli olmaması gibi bir özelliği var. Durmadan birbirine ters görüşler ortaya atıyor.

Bir bakıyorsun Öcalan’ın idam edileceğini söyleyip bunu bir hafta kadar devam ettiriyor. Arkasından Yüksekova’ya giderken tesadüfen PKK grubuyla karşılaşıp onlarla konuşan BDP’lileri Meclis’ten çıkaracağını söylüyor, savcılara direktif veriyor, savcılar fezleke hazırlıyor, dosya meclise geliyor ve susuyor.

PKK’yi bitireceğini iddia ediyor ama sonra Öcalan’la görüşüyor ve bu süreç başlıyor. Süreç başladıktan sonra da hiç gerek yokken basına saldırıyor, “Böyle basın batsın” diyor ve “Milli basına ihtiyaç var” diyor.

Milli basın ihtiyacını ortaya atan bir Başbakan ve bir hükümet açıkça otoriter yönetim kurma özleminde olduğu izlenimini veriyor. Eğer siz Kürt sorununu demokrasi çerçevesinde çözmeyi düşünüyorsanız ve bu savaşı bitirme yolundaki girişimi demokrasiyle birleştirmeyi düşünüyorsanız her şeyden evvel basın özgürlüğüne çok önem vermeniz lazım. Basının özgürce her istediğini yazabilecek bir konuma gelmesi ve basın içinde farklı görüşlere müdahale etme hakkınızın olmadığını kabul etmeniz lazım.

Oysa Başbakan müdahale ediyor, basının en etkili şahsiyetlerini dahi saf dışı bırakacak şekilde girişimlerde bulunuyor. Hasan Cemal örneği ortada.

Bu kadar zikzaklı hareket eden, bir taraftan öte yana sarkaç gibi gidip gelen bir Başbakan’ın ve hükümetin yarın ne yapacağını doğrusu bilemem. Güven vermiyor bana. Eğer bu süreçle birlikte demokratikleşme yolunda adım atmış olsaydı daha güvenilir olurdu.

Zaten Anayasa’yı değiştirmeden önce pek çok yasayı değiştirme gücü var. Her şeyden önce TMK’nın değiştirilmesi, Siyasi Partiler Kanunu’nun, seçim barajını değiştirmesi gerekiyor. Tüm bunlar mümkün ama yapmıyor.

Başbakan’ın ve Hükümet’in daha önceki zikzaklı politikalarına baktığımız zaman da endişe yaratıyor, güvensizlik yaratıyor.