Kitapta daha çok; herkesin birbirine benzediği, tüm menfaat ilişkilerinin, kayırmacılığın, nepotizmin hepsinde de ortak bir özellik olduğu, bir partiyi diğerinden farklı kılacak özelliklerin hızla törpülendiği bir siyasal ikimden söz ediyorum.

İnci Hekimoğlu / Demokrat Haber

Ercan Kesal, sinema ve edebiyatla ilgili çevrelerin yakından tanıdığı bir isim. İyi bir oyuncu, iyi bir kalem… Aynı zamanda doktor, aynı zamanda hastane işletmecisi… Hakkında yazılanlar en sık “on parmağında on marifet” diye başlar, çünkü öyledir.

Ercan Kesal ile dostluğum çok eskidir. Ama bu röportajı yapma nedenim elbette dostluğumuz değil, yeni çıkan kitabı “Nasipse Adayız”…  Bunu belirtme nedenim, belediye başkanlığına aday adayı olan bir doktorun traji-komik öyküsünün yer aldığı kitapta anlatılanların benim için çok tanıdık olması.

Her ne kadar parti adı ve gerçek isimler olmasa da, Ercan’ın CHP’nin Beyoğlu Belediye Başkanlığına aday olduğu döneme yakından tanık olmuş biri olarak her birinin siyasette tam karşılığı olduğunu söyleyebilirim.

Okurken adeta seyredebildiğiniz “Nasipse Adayız”, bizi yönetenlerin kalitesini ve “seçim” denen olgunun, siyaset erkinin seçmene kendi seçimlerini dayatma olduğunu tüm çıplaklığı ile göz önüne seriyor.  Yani gerçekten “hem güldüren hem düşündüren” türden, “Nasipse Adayız”.

Sorularıma verdiği yanıtlara bakılırsa, Ercan Kesal’ın belki de ‘başarısız’ olduğu tek girişim olan, siyaset alanına girme teşebbüsü ise bana öyle geldi ki; tümüyle vazgeçilmiş değil daha uygun bir zamana ertelenmiş gibi…    

-Diyorsun ki; “Bu kitapta anlatılan tüm olaylar ve kişiler kurmacadır…” Ama hemen ardından “Hayatımız gibi…” diye ekleyerek, okurun kafasında kuşku yaratıyorsun.  Bu durumu açıklığa kavuşturalım;  kitap yaşamının ne kadarıyla kesişiyor?

‘Bütün hikayelerin ve romanların özünde onları yaratan kişilerin deneyimleri vardır; kurmacayı besleyen kaynak da bizzat deneyimin kendisidir!’ Ama bu tespit, Gustave Flaubert’in, kendisine sürekli sorulan ve bir takım kehanetler de içeren, ‘Madam Bovary kim?’ sorusuna verdiği cevap gibi de şaşırtıcıdır: ‘Madame Bovary benim!’ Gustave Flaubert hem Madam Bovary’dir, hem de değildir. Bütün sanat eserleri gibi hikayeler de yazarın belleğine dayanır ve onun (belleğin) ‘billursu’ hale getirilmesinden başka bir şey değildir. Llosa’nın dediği gibi: ‘Romancı da öyküler uydurmak için kendi deneyimlerinde, manevi anlamda eşelenmektedir. Tek amacı bazı anılarından yola çıkarak kişileri, olayları ve mekanları yeniden yaratmak değildir. Hafızasının sakinlerini, romanın ham halinin dövülüp işlenmesi olarak görülebilecek bu uzun ve  sancılı süreci başarıyla taçlandırma arzusunu alevlendirmek için yakıt olarak kullanır...’

-Kitaptaki “Belediye başkanlığına aday adayı olan bir doktor” ile Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na aday adayı olan Ercan Kesal portreleri arasındaki farklılıklar ve benzerlikleri sırala desem…

Okuduklarım içinde beni en derinden etkileyen kitapların başında Dostoyevski’nin ‘Ecinniler’i gelir. Aynı etkilenmeyi ‘sarsılmak’ olarak tarif etmiş O. Pamuk. Kitabın girişine yazdığı bir önsözde ise: ‘insanın iktidar isteğinin ve affetme gücünün, kendini ve başkalarını kandırma yeteneğinin ve en kutsal olanla en bayağı olana olan düşkünlüğünün nasıl bu kadar güçlü’ olabildiğine şaşar! Tüm bu özellikler, hepsi de yan yana yürümektedir üstelik!

Bu örneği şunun için verdim: Hepimizin içinde, ‘bitmek tükenmek bilmeyen bir iktidar isteği, bulunduğumuz yerde güç, kuvvet edinme talebi, her yaptığımızı akla uygun hale getirme çabası ve başta kendimizi ve sonra etrafımızdakileri yaptıklarımıza inandırma gayreti’ vardır. Bu yüzden, kitaptaki aday adayı Kemal Güner’e sadece ben değil, çok büyük bir insan çoğunluğu benzemektedir.

- Kitabı okurken, “1 Numara”dan, “Başgan’a, adeta aday adaylığını meslek edinmiş Abit Güleryüz’e, hepsi benim için çok tanıdıktı. Tek tek isimlendirebilirim.  Ama politikanın, bedava diş yaptırmaktan 50 liralık bilete uzanan bir ucuzlukta seyrettiğini fark etmemişim.  Sen aday adaylığın sürecinde bu ucuzluğun ne kadarına muhatap oldun?

Bir çoğuna... İçim ezilerek ve büyük bir hayal kırıklığı ile yaşamıştım o süreci. Ama, o yukarda sözünü ettiğim, ‘insanın kendini kandırma yeteneği’ yok mu? İşte o kolay kolay kişinin yakasını bırakmıyor. Yaptığın yolculuğun, kafandaki ideallerin yolculuğu olmadığını fark etsen bile yolun ortasında geri dönmek cesaretini gösteremiyorsun. Bunun yerine, belki de var olan yapıya uyum sağlayarak, kendini bekleyen mutlak sona kayıtsızca razı oluyorsun. En kötüsü de bu! Kemal Güner, giderek ve sonunda diğerlerine benziyor.

-Beyoğlu, gerçekten de senin ‘mahallendi’. Tanınıyordun, seviliyordun ve rahatlıkla belediye başkanlığını CHP’ye kazandırabilirdin. Ama  parti bir tür ‘Abit Güleryüz’ü aday yaparak, Beyoğlu’nu sanki  AKP’ye hediye etti. Sence neden?

Bence zaten olması gerekeni yaptılar. Kitapta daha çok; herkesin birbirine benzediği, tüm menfaat ilişkilerinin, kayırmacılığın, nepotizmin hepsinde de ortak bir özellik olduğu, bir partiyi diğerinden farklı kılacak özelliklerin hızla törpülendiği bir siyasal ikimden söz ediyorum. İşin teorik açıklamasını da şöyle özetleyebilirim: Bu topraklardan yeni bir yurt ve yeni bir ulus yaratmaya çalışan bir kadronun tüm iyi niyetleriyle birlikte önlerine koydukları sorunlu yol haritası. Kuruluş yıllarında denenen ve başarısızlıkla sonuçlanan çok partili demokrasi çalışmaları. 1946 yılıyla başlanan nispeten daha demokratik bir parlamenter sistem. Ama günümüze kadar gelen ve yapısal, temel bir sorun olarak hala yakıcılığını sürdüren siyasi partiler yasası ve parti içi demokrasi meselesi. Bunun sonunda, siyaseten çürümüşlüğün esasında toplumsal çürümüşlüğün bir tezahürü olduğu gerçeği...

-Kitabı okurken hem çok eğlendim hem de içim burkuldu. Siyasilerin içler acısı hali ve yurttaşların bu siyasetçileri seçmek zorunda kalması insanı umutsuzluğa itiyor. Seçim sonuçlarına aday adaylığı deneyiminle bakınca ne gördün?

İnsanların yönetme iradesini sadece 4-5 yılda bir sandığın başına gidip, birbirinden çok da farkı olmayan partilerden birinin altına mühür basmak olarak sınırlarsanız, bu mesele hallolmaz! Galeano’nun dediği gibi olmalı: ‘Hükümetlerin halkı değil, halkın hükümetleri yönettiği bir sistem’.  Ancak, buna ‘demokrasi’ diyebiliriz.

 -Hikayenin geçtiği bütün mekanlar ve kahramanlar kolayca ‘film şeridi’ olabiliyor. Yani o kadar ustalıkla işlemişsin ki hem okuyor, hem seyrediyorsun. Bunu oyuncu olmana mı borçlusun, yoksa oyunculuğunu edebiyatçılığına mı borçlusun?

Edebiyatçı kimliğime borçluyum. Ama, sinemanın gücünü fark etmiş ve senaryo yazımında öğrendiklerini kuşanarak, kalemini kamera gibi kullanan bir edebiyatçı kimliğine!  Peri Gazozu’ndaki gibi, ‘anlatmak’ yerine ‘göstermek’ istedim. Okuyucumla arama mesafe girsin istemiyorum. Samimi, basit ve süslerinden arındırılmış bir dille yazmaya çalışıyorum.

-Hikaye aynı zamanda bir senaryoya da dönüşecek mi? Mesela senin başrolünü oynadığın bir filme?

Nasipse!...

-Şunu da soracağım; bir gün bir kez daha, yerel ya da genel ölçekte “nasipse adayız” der misin?

Buna ‘nasipse’ demeyeceğim. Kuşkusuz politika hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Sonuçta, bu dünyada nasıl ve hangi şartlarda yaşayacağımızın kararlarının verildiği sosyal bir vakıadan söz ediyoruz. Nasipse, daha güzel ve umutlu günlerde, doğru ve sahici yerlerde bulunmak istiyorum.