Küçük kasabalarda belediye hoparlöründen, köylerde camilerden anons edilir umuma duyurulması gereken önemli varsayılan şeyler. Rutin, duyulur gibi yapılıp sonra kulak arkası edilen anonslardır bunlar. Okuyucusunun o anki ruh hali ve bulunduğu bölgenin ağız özelliğine göre belirlenir sesin tonu ve vurgusu. İşte böyle alışıldık bir uyarıyla, mesaisini tüketmek isteyen bir memurun ya da imamın bezgin metelik ses tonuyla geldi Karadeniz’e sel felaketinin ilk duyurusu. İnsanlar işinde gücünde her zamanki yaşam kavgasındaydı. Zaten meteorolojik tahminler bu ülkede seçim tahminlerinden bile beter bir karneye sahipti. Duysalar bile bir başlarına yapabilecekleri, büyük yıkıma karşı durabilecekleri bir durumları da yoktu ki. Olsaydı afetlere karşı devletin, yerel yönetimlerin bir eylem planı olurdu ve bu plan kriz anında işlemeye başlardı. Öyle vatandaşa afet geliyor ey halkım, başınızın çaresine bakın anlamına gelen duyurular da yapılmazdı.

Orman Su İşleri Bakanlığı’nın 2014-2023 yıllarını kapsayan “Ulusal Havza Yönetimi Stratejisi” çalışmasının “Ulusal Havza Yönetim Stratejisi Özet Tablosunun amaçlar kısmının 6. ve 7.maddelerinde:

Havza yönetiminde doğal afetler ve zararlarına karşı önlem ve mücadele mekanizmalarının entegrasyonu, geliştirilmesi ve etkinleştirilmesi.”

Havza yönetimine iklim değişikliğinin muhtemel etkilerinin ve bu etkilere uyumun dâhil edilmesi, uyum ve mücadele mekanizmalarının geliştirilmesi. ” göze çarpmaktadır.

Kâğıt üzerinde belirlenen bu amaçların gerçek yaşamda karşılığının ne olduğunu son felakette gördük. Orman ve Su İşleri Bakanımız kameralar karşısında olayı son yılların en yoğun yağışına bağladı. Kendi birimlerinin hazırladığı stratejik plan ortada dururken planlamanın hangi aşamada olduğunu, yani Allaha emanet olduğunu, farklı bir dille ifade etti.

Yıllardır bilim adamlarının Doğu Karadeniz’de ciddi şekilde havza planlaması yapılması gerektiğini belirten hiçbir uyarısı dikkate alınmadı. Oysa su kaynakları, kaynağın çıkışından denize ulaştığı yere kadar bütün eko sistem gözetilerek yapılacak olan tarım, imar, sanayi turizm gibi faaliyetleriyle bir bütün olarak planlanır. Bu planlamada da doğal çevrede yıkıcı etkilerin olmaması doğanın kendini yenileyebilmesi için sürdürülebilir bir çevresel faaliyet öngörülür. Karadeniz’de yıllardır, arazi kullanımı konusunda bilimsel çalışma yapan bilim adamlarının tavsiyelerine, öngörülerine dikkat edilmemiştir. Tarımda çay ekimi desteklenmiş, orman arazisi hatta fındıklıklar sökülerek yeni toprak kazanım yoluyla tarıma açılmıştır. Orman arazisinin bu kadar yoğun tahribatını adeta teşvik eden devlet politikaları, siyasi sebeplerle de olsa yolun sonunun göründüğünü ortaya koymaktadır.

Yıkıntılar arasında çamur deryasına dönüşen yollar sokaklarda selin acı bilançosunu Artvin Valisi Kemal Cirit, felaketin sekizinci gününde şöyle açıkladı: “8 kişinin hayatını kaybettiği, 3 kişinin kaybolduğu, 27 kişinin yaralanmıştır’’

Üç kişi halen kayıp, arama kurtarma çalışmaları devam ediyor. Bu üç kişiden biri de dört yaşındaki Talha Su. Hopa’lı baba ,Sundura deresinin bulanık sularında kaybettiği küçük oğlunu, Taha Su’yu ana dilinde yaktığı ağıtlarla arıyordu:” Ma Hay Bore Komoxto Bereşkimi,/Ma Hay Bore Si So Are Biççişkimi.” diyerek. Evrenin herhangi bir köşesine saklanmış bir mucizenin olabilme olasılığına inanarak.

 Önce itfaiye aracıyla kurtarılıp araca alınan dört yaşındaki Talha, aracın devirmesiyle sel sularına kapılıp gözden yitip gidiyor. Her geçen gün umutların kuruduğu, tükendiği arama çalışmalarından şimdilik bir sonuç yok. Çamur deryasında umutların tükenişi, bir mezarı bari olsun duygusuna dönüşüyor artık. Acılı baba kendisinin devlete vergisini veren normal bir vatandaş olduğu vurgusunu yaparak sorumlulardan hesap soracağını söylüyor. Hesap sormanın o kadar kolay olmadığını yaşanan hukuksal süreçlerden çok iyi biliyoruz. Üç yıl önce Samsun Canik’te meydana gelen sel felaketinde 13 kişi hayatını kaybetmişti. Yargıya taşınan olayda mahkemede hesap vermesi gereken Samsun Belediye Başkanı Y. Ziya Yılmaz, Canik Belediye Başkanı Osman Genç’in de aralarında bulunduğu on iki kişi hakkında” sel felaketinin ihmalden değil, doğal afet olduğu” sonucuna varılarak savcılık tarafından takipsizlik kararı verildi. Yani Hopa’daki felaketin benzerine ilişkin mahkemenin kararının aynı günlere denk düşmesi hesap vermemenin meşrulaşması hakkında güzel bir örnek oldu.

Yağmurun yerle bir ettiği bir coğrafyada Lazca ağıtla yankılanırken Doğu’ya dönüyoruz yüzümüzü bu kez. Bir annenin 7 yaşındaki çocuğu Baran’ı yani Yağmur’u düşürülüyor tutunmaya çalıştığı örselenmiş çocukluktan karanfillere. Gövdesi al kan soluğu kesik serçeler gibi boynu düşmüş omuzlarından aşağı. Açık gözleriyle şaşırırcasına bakıyor son kez katillerinin barut ve kan kokan kıyam defterlerine. Okuyamadan defterdeki ilk yazıyı, bir çentik olarak ilişiyor kenar süsüne adının ilk harfi. Devlet dersinde öldürülecek çocukların listesi gittikçe uzuyor sıra defterinde. Bir sıra neferi gibi sırasını bekliyor ülkenin çocukları.

Soluğu kesilmiş kanlar içindeki çocuğuna sarılışının o yıkılası kareleri geliyor gözümüzün önüne. Cizre benzeri bir yalnızlıktan sokuluyor hayatımıza, odalarımıza acıların kalbine. Susarsın, yazmanın kelimenin yetmediği yalnızlıkta bir oğuldan koparılan annenin çığlığı gibi boşlukta. Ölüler geçer aramızdan aynı dili konuşan yakınlar bırakırlar arkalarında. Milliyeti, yaşı cinsiyeti fark etmez bir karanlıkta çalınan cankurtaran çanı gibi felaketimizin imleyicisi olurlar. Cizre’de yedi yaşındaki Baran’ın kanlı gövdesine sarılan annenin feryadı kırıyor kalbimizin epriyen gergin telini. Çocukların Hopa benzeri bir uzaklıktan kalbimize döktüğü kıvılcımlar aydınlatıyor, mermi izlerinin delik deşik ettiği pencerelerden göğe bakan, göğe açılan ellerin çizdiği uçurtmaları. Hayatın kısa rüyasını yaşayan çocuklar zamanın sınırsız en yoksul gecesinde yıldız olup dökülüyorlar bir bir ölü çocuklar cumhuriyetine. Ağıtların diliyle buluşuyorlar orada Talhalar, Baranlar aynı aymazlığın metalik ses tonuyla ölüme gönderildiği yerde.

Serçelerle kentin üstüne toparlanıp gelen bir çığlık oluyor düşler şimdi, ülkenin Kuzey’inden Güney’ine Doğu’suna, Batı’sına. Ağıtların diliyle konuşuluyor o birleştirici ve içkin acıların kurşun gibi ağır, ustura gibi keskin diliyle. İnsan en insan haliyle yüreğinden kopan dağın parçasını, çıkan yangının harlayan alazını doğaçlama bir şekilde döküveriyor ortaya. Ortada ölüler korosunun gür ve eşitleyici sesi çınlamaya devam ediyor kulakları sağır kalbi kör bir çılgınlıkta.

Shopenhhauer şöyle diyor: ”Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu, Çünkü dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. ”Sefalet yüreğimizi parçalıyor, taş ocaklarında dinamitle patlatılan kayaların parçacıkları gibi. Asıl dünyayı cehenneme çevirenler yine oturdukları yerden vaaz veriyorlar. Yeniden kirleniyor sular, gök patlıyor, toprak kusuyor karnında biriktirdiklerini. Aynı göğün altında farklı coğrafyalarda çocuklar ölüyor sebebi ne olursa olsun. Bize cenneti vaat edenler bu dünyada cehennem nedir öğretiyorlar bütün seremonileriyle.

Kuzey’de yağan yağmurlar Talha’yı alıp götürüyor sevdiklerinden, diğer taraftan Doğu’da Baran’ı düşürüyor adressiz, kimliği belli ateş topları annesinin kollarına. Ağıtın diliyle bakar oluyoruz birbirimize. Aranıp duruyoruz büyük bir suyun sürüklediği ağaç kütüklerinin, çalı çırpı moloz yığınlarının arasında insanlığımızı. Bulduğumuzda o büyük masal ülkesinde hasretle kucaklayacağız çocuklarımızı.

___________________

*Ma Hay Bore Komoxti Bereşkimi, Ma Hay Bore Si So Are Biççişkimi? (Ben buradayım gel oğlum. Ben buradayım sen neredesin çocuğum?)