Emin Gürsoy’u bilenler iyi bilir… Yıllarca sinema ve tiyatroya emek vermiş, oynadığı karakterlerle de adından epey söz ettirmişti. Özellikle de ‘Deli Yürek’ dizisindeki ‘kuşçu’ karakteri bir hayli sevilmişti… Sonrasında ardı arkası kesilmeyen bir dizi projelerde yer aldı. Şimdi ise Entelköy Efeköye Karşı filminde ‘aşırı’ karakteri ile karşımızda. ‘Aşırı,’ filmde bir anlamıyla, her ne kadar Emin Gürsoy bunu kabul etmese de, Türkiye solunun temsili durumunda… Yönetmen Yüksel Aksu filmde vermek istediği mesajları aşırı karakteri üzerinden vererek sol damara dokunuyor… Gürsoy’la bir araya gelmemizin nedeni elbette Entelköy Efeke Karşı filmiydi, ama biz filmin ötesine geçtik; oyunculuk, sinema, politika, hayat ve 12 Eylül üzerine uzun uzun sohbet ettik…

 

 






GÜLŞEN İŞERİ / BİRGÜN

 

-Entelköy Efeköye Karşı filmiyle başlayalım… Aslında filmin vermesi gereken bütün mesajlar ‘aşırı’ karakteri, yani sizin oynadığınız karakter üzerinden veriliyor…

Oyuncu tek renk değil, bir sürü rengimiz, derinliğimiz var. Bu karakter benim farklı bir derinliğimi çıkarmama yardımcı oldu. Benim karakterim sosyalist, 12 Eylül öncesi Ankara Siyasal’da okumuş, işkence görmüş, akıl hastanesine gitmiş trajik bir karakter. Ama biz bunu komedi filmi üzerinde tutmaya çalışıyoruz. Karakteri komikleştirmeden, 80 öncesinden kalan bir değerle bugüne bir köprü kuruluyor bu karakterle.  Tabii 80’de darbe yaşanmasaydı da keşke ben de böyle bir rolü oynamasaydım.

 

-Karakterden yola çıkarsak ‘aşırı’ kendini köye hapsetmiş durumda… 30 yıllık sürecin getirdiği bir durum mu bu?

Burada Yüksel bir cümleyle 30 yıllık tarihi tanımlıyor. Tanımladığı şu:  Filmdeki aşırı diyor ki, “olan bize oldu, siz sağa sola bulaşmadan aradan iyi sıyrıldınız…” O karakterler bir dönemin ANAP’ı şimdinin AKP’si. O çatışmanın dışında kalanlar son 30 yıldır Türkiye’nin gidişatına yön veriyorlar.

 

-Peki, ‘aşırı’ karakteri Türkiye solunun temsili mi?

Temsili değilim çünkü Türkiye solunun bu kadar geri çekildiğini düşünmüyorum. Bu karakter kendi köyüne kapanmış… Hala bir yerlerde bir şeylerin yapıldığını düşünüyorum, insanlar fikirlerini, ideolojilerini hala ayakta tutuyor. Direnç var, örgütlü ya da örgütsüz…

 

-Peki, filmde ekolojistlerin bir köye yerleştiğini ve orada üretimde bulunduklarını görüyoruz… Burada komün yaşam önermesi var. Bu 3-5 kişiyle olabilecek bir durum mu?

Bu bir kurtuluş değil. Türkiye ya da dünyada bir takım gruplar bir yerlere gidiyorlar ve yerleşiyorlar. Bu bir model olabilir mi onu bilmiyorum…

 

-Neden?

Yine ‘aşırı’ ağzıyla söyleyeceğim: Dünya topyekûn kurtulmadıkça lokal kurtuluş hiçbir şekilde kurtuluş değil. Emperyalizm Kaddafi’yi nasıl ki lağım çukurunda bulduysa… Dünya içinde kaçacak bir yer yok, kurtuluş topyekûn. Bireysel kurtuluşlar, lokal kurtuluşlar kurtuluş değil.  Burada ancak insanlar kendi küçük cennetlerini yaratabilir, ona da olumlu ya da olumsuz bir şey söyleyemem.

 

- Günümüze de çoğu insan lokal kurtuluşu tercih ediyor ama…

Dünyadaki toplumsal siyasete baktığında sürekli olarak şöyle bir şey var: Kitlelerin örgütlenmelerine bir taraftan izin verirken aslında dolaylı olarak kitlelerin örgütlenmelerini bu yapı istemiyor. Orada ekolojist anarşistler gelip bir köye yerleşiyor ama aşırı diyor ki, “buraya 3-5 kişi gelip nasıl olacak bu işler, sen burada ilaç kullanmayacaksın ama yan köy kullanıyor…  Şöyle düşünün, ben Üsküdar’da yaşıyorum, diyelim ki 20 milyon dolarım var, peki çevrendeki insan yoksulsa ben o 20 milyon dolarla nasıl mutlu olabilirim? Sokağa çıktığımda yüzü asık mücadele eden insanları gördüğümde o 20 milyon dolar işe yaramaz…

 

DARBEOLDUĞUNDA 12 YAŞINDAYIM…

 

-Egelisiniz…80 darbesi sizin sokaklara nasıl yansıdı?

Hatırlıyorum. Ben köy kökenli biriyim. Ege’de bir köy, tütünle uğraşıyorduk o zaman. Sabah arazide tütünün başındayken yan komşumuz geldi, “Mustafa darbe oldu köye giremiyoruz…” 12 yaşında çocuğum ve darbe nedir, köye neden giremiyoruz bir türlü anlayamamıştım.

 

-Yıllar sonra o dönemden bu döneme neler değişti?

Solda bugün eksikliğini hissettiğim bir şey var: Evet o dönem her şey çok şiddetliydi,bizim ilçeden okumaya giden birkaç kişinin cenazeleri gelmişti…  Ama her şeye rağmen herkesin neşesi vardı. Bir ideoloji vardı, mücadele vardı ama umut da vardı. Benim şimdi gördüğüm şey bu neşenin eksikliği… 

 

-Tabii onca zaman geçmiş bu zaman dilimi içinde acı ve kayıplar azımsanmayacak durumda...

Darbeyle birlikte onca yara tabii ki neşeleri kaybettirir. Onca acının üzerine neşenin devam etmesi zor. Darbeyle birlikte kafayla gövde birbirinden ayrıldı...

 

-Çocukluğunuzda yaşadığınız politik sürece bakarak bugün kendinizi nerede görüyorsunuz? Kişisel olarak darbenin sizde yarattığı etki nedir?

Artık ben kendimi Çehov karakterleri gibi hissediyorum. Çünkü ucunda çocukluğunda gördüğün bir resim var, değerler var, 80 sonrasında gelen piyasa ekonomisi var… Türkiye’nin dünyaya açılımıyla birlikte yeni oluşan bir kuşak var. Çocukluğumda bir takım değerler kazanmışım. Tam gençlik ve buluğ çağında önüme başka değerler çıkmış. Kendimi bu iki şeyin arasında nereye koyacağımı bilemedim. Çünkü ayağımın biri bir tarafta biri bir tarafta… Arada kalmış kişiyiz. Darbe o kadar kesti ki her şeyi, 80 sonrasında çocuklar yenidünya düzeninde yerlerini buldular. Öncesi acısını çekti, o dönemde çocukluğunu yaşamış kesim de eşikte kaldı. Biz aslında bu bir özeleştiriyse eğer, fikrimizi tam olarak ortaya koyamadık.

 

HERKES KENDİ ODASINDA ENTELEKTÜELLİK YAPIYOR

 

-Entelektüellere gelirsek, bu kavram bugün yerini sessizliğe bıraktı… Teori var ama pratik yok. 

Dijital dünya ya da yaşadığımız dünyanın gidişatından mı kaynaklı, entelektüellerin ya da aydınların kendilerini geri çekmelerinden mi kaynaklı bilmiyorum. Ama ortada gördüğüm bir şey var: Entelektüel ve aydın ben görmüyorum. Çeşitli uzmanlaşmalar var, politik ve teorik anlamında uzmanlaşmalar var. Ama bir fikir üzerinden, dünya görüşü üzerinden bunu toplumla paylaşan, toplumu aydınlatan, fikir veren bir kitle göremiyorum, belki de vardır, ben görmüyorum…

 

-Teoriyi pratiğe dönüştürmek geçmişin ana damarlarından biriydi… Örgütlü mücadelenin de bir sonucuydu aslında… Burada bir şeye inanmak vardı değil mi?

Bugün yaşanılanlar inanç eksikliğinden kaynaklı. Bu durumu kendi üzerimden tarif edebilirim… Türkiye’de bir dönem en ücra köylere gidip öğretmenlik yapanlar vardı, o insanlara bilgi vermek, fikirlerini paylaşmak isteyenler vardı.  İnsanlığa olan inanç vardı, değiştirme umudu vs… Şimdi geldiğimiz noktaya bakın, hiçbirimiz onlar kadar inançlı değiliz, hiçbirimiz bir şeyin peşinde onlar kadar gidebilecek güçte değiliz.

 

Bir memurun tayini çıktığında, o kişi ya da kişiler ilk gittikleri yerlerden ne zaman batıya ya da aileme yakın yere tayinim çıkar diye düşünüyor.  O zaman işte orası bir eziyete dönüyor.  Bu inanç bir romantizm belki ama romantizmse romantizm, ben onu istiyorum. 

 

-O zamanlar devrim bir ihtimaldi…

Devrim dünyada hiçbir şekilde gerçekleşmeyecek bir şey belki…

 

-Belki gerçekleşir…

Belki de ama yaşanılacak bir şey değil, devrim olacak ve ben de o devrimi göreceğim? Bu diyalektiğe aykırı. Önemli olan şudur: Mücadelenin kendisi.

 

KENDİTOPRAĞIYLA BAĞ KURANLAR MUTLAKA BİR YERE ULAŞIR

 

-Sinemaya gelirsek, uzun yıllar sinema sektörünün içindesiniz… Bugün yüzlerce film çekiliyor, kendi tarzını yaratan filmler var. Türkiye’de tartışılan bir meselede  “bir Yılmaz Güney daha gelmez” deniliyor, öyle mi düşünüyorsunuz siz de?

Gelir… Yılmaz Güney nasıl kendi toprağıyla bağ kurduysa kendi toprağıyla bağlantı kuran herkes mutlaka bir yere ulaşıyor…

 

-Aslına bakarsak bu gelenek devam ediyor… Yüksel Aksu kendi topraklarını yazıyor, keza Özcan Alper…

Bunun ben çok doğru bir yol olduğunu düşünüyorum. Temelde samimiyetsizliği ortadan kaldırıyor. Bir kurmaca öyküden değil, kendi yaşadıkları dünyalarından çıkıp bir şey yapıyorlar. Zaten sanatçı da şöyle tarif ediliyor: Toplumdan alan, filtresinden süzen ve tekrar topluma veren kişi…. Burada süzgecin gözenekleri ne kadar inceyse, çıkan ürün de o kadar güzel oluyor. Demek ki Yılmaz Güney’in süzgecinden geçenler bu topluma iz bıraktı. Özcan Alper için de, Yüksel Aksu için de ve İki Dil Bir Bavul da aynı şekilde… Kendi topraklarının hikâyesini anlatmaları seyirciyle samimi bir bağ kuruyor.

 

-Türkiye sineması kavramına nasıl bakıyorsunuz?

Bu topraklarda yaşayan bütün kültürler, etnik grupları içinde barındıran Türkiye diyorsak evet Türkiye. Ama Türkiye’de sanatla ilişki kurulduğunda şunu söyleyebilirim, sanatta sınırlar yok… Biz dünya kültürleri arasında köprüdeyiz. Her taraftan etkileniyoruz, burada kadim uygarlıklar var… Ben bir taraftan İbn-i Sina, Ömer Hayyam’dan etkilenirken bir taraftan Camu’dan etkileniyorum… Aşık Veysel durduğu yerden dünyayı keşfetmiştir… Aşık Veysel’in fikrinin sadece Sivas’a ait olduğunu söyleyemeyiz… Öyle bir kalp ki bütün dünyayı içine alıyor.

 

-Kendi oyuncuğunuzda sınırlar var mı?

Hayır. Şunu biliyorum, takıldığım her düşünce benim önüme bir engel olarak çıkar. Oyunculuk yöntemdir.  Rol kendi yöntemini kendisi geliştirir. Mesele o role ulaşmaktır. Oyunculukta da bir metod yoktur. Kendini metodun içinde sınırlamak kendi önüne koyduğun bir engeldir.

 

- Türkiye’de Grotowski’yle birlikte çalışan tek oyuncusunuz…

Ben Eskişehir Anadolu üniversitesi mezunuyum. Ama İtalya’da bir yıl Jerry Grotowski’yle birlikte çalıştım. O da tiyatroda ya da oyunculukta şöyle bir şey der: üzerindeki her şeyi at… Ama dünyadaki pek çok oyunculuk yöntemi de derki cebini doldur…

 

Grotowski’nin dediği gibidir, üzerindeki her şeyi attığında içinde hala oyuncu içgüdüsü varsa o zaman oyuncusun. Ben düşünce olarak oyunculukla ilgili bir şeye saplantılı kalmak istemiyorum. Her şeyi yeni baştan keşfetmek zorundayım.

 

-Ama tercihleriniz vardır mutlaka…

Yaşadığım ortam içinde seçemediğim anlar da oluyor… İstemeyerek oynadığım diziler var.  Ama istemeyerek derken o rolü sallamak değil, onu kabul ettiysem oyunun hakkını veririm. Hala oyunculuğun kutsal bir iş olduğunu düşünüyorum.

 

-Ama şimdi herkes oyuncu…

Evet, şimdi oyunculuk kimliği en kolay kazanılan kimliklerden biri oldu. Eskiden böyle değildi. İlkokul da müsamerede oynamış biri bile ben oyuncuyum diyebiliyor.  Oysa oyunculuk dünyada maden işçilerinden sonra ikinci en zor mesleklerden biridir.

 

Şundan dolayı; bir madenci toprağın binlerce metre altına gider, kazı yapar, oyuncu da bir rolle başladığında bir madenci gibi ruhunun derinliklerine girip, alıp kazmasını o karakteri oradan çıkartmak zorundadır. En zor şey insanın kendi ruhuyla uğraşmasıdır.