Bedia Ceylan Güzelce / Radikal Kitap

Başkomiser Nevzat yılbaşı gecesi işlenen bir cinayetin peşinde. Kentsel dönüşüm alanı ilan edilen Tarlabaşı’nda yaşanan bu cinayetin izini sürerken, asıl korkmamız gereken dönüşümün ruhlarımızda yaşandığını Nevzat’la birlikte keşfetmemiz an meselesi. Cinayetin izlerini saklandıkları yerden çekip çıkarmak kolay değil zira onlara göğüs geren başka bir güç var bu defa: Aşk.

Bu kovalamacanın geçtiği Beyoğlu’nun En Güzel Abisi, Ahmet Ümit’in yeni romanı. Türkiye’nin yaşadığı mevcut dönem gibi bir roman bu: Duyguların ayağa kalktığı ve her neye duyulursa duyulsun aşktan başka hiçbir şeyin muhatap alınmadığı.

Bu toprakları terk etmek zorunda bırakılanlara armağan edilen bir kitap bu... İlk soru olarak, eğer terk etmek zorunda bırakılmasalardı, nerede ne yapıyor olurdu bu insanlar?

Muhtemelen aramızda yaşıyor olurlardı. Onların İstanbul’da ya da ülkemizin başka bir bölgesinde yaşıyor oluşu ise hiç kuşkusuz kültürümüzün çoraklaşmasına, giderek tek sesli hale gelmesine engel olurdu. Müzikleriyle, edebiyatlarıyla, yemekleriyle, gündelik yaşam biçimleriyle toplumun daha zengin, daha renkli olmasına katkıda bulunurlardı. Romanın geçtiği Tarlabaşı ve Beyoğlu ekseninde olaya bakarsak, hiç kuşkusuz bu semtler bugünkünden çok daha gelişkin, çok daha cazip, çok daha yaşanır semtler olurdu. Öte yandan gerek Avrupa gerek dünya kültürü ile ilişkilerimiz bugünkünden çok daha iyi olurdu. Ama hepsinden daha önemlisi, herkesin sakız gibi ağzına aldığı demokrasinin alt yapısı daha sağlam olurdu.

Ve terk etmeselerdi Başkomiser Nevzat belki de başka bir milletten olacaktı, başka bir dinden...

Keşke olabilseydi. Bu toprakların tarihi çokkültürlülüğün tarihidir. Yani çok-dinliliğin, çok-dilliliğin, çok-ırklılığın tarihi. Kültürlerin bir arada yaşamasından insanlığa hiçbir zarar gelmemiştir. Aksine ne zaman ki insanlar tek kültüre mahkûm edilmiş, ne zaman ki tek kültür baskın sayılmış, orada zulüm ve gözyaşı olmuştur. Eğer Başkomiser Nevzat başka bir dinden, başka bir etnik kökenden olabilseydi, bugün yaşadığımız sorunlarla uğraşıyor olmazdık.

Önceki romanlarda Başkomiser Nevzat’ın düşüncelerini, aklını ve deneyimini daha yoğun bir şekilde takip edebilmiştik. Bu defa sanki etrafında duygudan bir duvar örülüyor...

Son dönemde ülkemizde duygular ön planda. Buna neden olan ise ötekileştirilmek. Hayat tarzına karışılan insanlar, hem incinmeyi, hem öfkeyi bir arada yaşıyor. Sertleşen politik iklim mantığı geri plana itiyor. Bu son derece tehlikeli bir durum aslında. Öte yandan ülkede öyle adaletsizlikler var ki insan isyan etmekten kendini alamıyor. Nevzat da bu ülkenin insanlarından biri, polis olsa da yaşananları görüyor, olayların nedenlerini anlayabilse de her zaman soğukkanlılığını koruyamıyor. Tıpkı onu yaratan yazarın koruyamadığı gibi.

Tarlabaşı’nda yaşanan bir cinayetle başlıyor hikâye... Üstelik yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... O günü ve bu semti seçme sebebiniz nedir?

Gidişatımızı anlatmak için yılbaşı gecesi işlenen bir cinayetle başlattım romanı. Elbette bu bir çelişkiydi. Çünkü yılbaşı yeni umutlar, yeni bir sürecin başlangıcı olarak algılanır. Cinayet ise umutların, başlangıçların, sürecin tükenmesi demektir. Tarlabaşı, İstanbul’un göbeğinde bir semt ama bir gettodan farkı yok. Aslında roman bu çelişkili durumdan yola çıkarak, ülkenin bugünü ve yakın geçmişine bir yolculuk öneriyor. Elbette roman meşrebince bir yolculuk. Bir cinayet soruşturması ekseninde Tarlabaşı’nın kalbine yönelmek. Bir semtten yola çıkarak, bir ülkeyi, bütün bir insanlığı anlamaya, anlatmaya çalışmak.

Başkomiser Nevzat’ın son ana dek çözüp çözemeyeceği belli olmayan bir olay var karşımızda... İstanbul artık romanlar için de tüm ipuçlarını saklayan bir yer oldu değil mi?

İstanbul için gizemler kenti diyebiliriz rahatlıkla. Sadece binlerce yıllık tarihinde değil, bugünkü yaşamında da sırlar ve elbette ipuçları birlikte yer alıyor. Öte yandan İstanbul, romancılar için hazine değerinde bir şehir. Çünkü her türlü yaşam biçimini, dolayısıyla insanlığın tüm hallerini görmeniz mümkün. Dini kurallara bağlı yaşayan insanlar, geldiği yörenin kültürünü burada da sürdürmeye çalışanlar, Batılı gibi yaşamaya çalışanlar. Hayatın getirdiği sorunlarla başa çıkmaya çalışan milyonlarca insan. Büyük bir mücadele, büyük bir kaos, büyük bir dinamizm. İşte bu kaotik ortamda yeşeren çok farklı, çok ilginç, çok dramatik insan öyküleri.

Başkomiser Nevzat da kendini sorguluyor, bundan sonra yaşamına nasıl devam edecek?

Aslında Nevzat oldukça farklı bir polis. Öteki serüvenlerinde de katili bulduğu halde mutsuzluğu devam eden bir insan. Çok iyi biliyor ki, katilleri yakaladığı anda bile başkaları başkalarını öldürmeyi sürdürüyor. Yaptığı işin tek tek sivrisinekleri yok etmek olduğunun ama bataklığın her geçen gün daha da büyüdüğünün ve yeni sivrisinekler yarattığının farkında. Bu nedenle biraz umutsuz ve her zaman kederli. Elbette yaşamına devam edecek, yeni cinayetleri soruşturacak, katillerin peşinden koşturacak, ama ne yaparsa yapsın, büyük çaresizliğinin hep farkında olacak. Hepimiz gibi...

“Aşk hayatı sıradanlıktan kurtarıyor” sizin de dediğiniz gibi... Aşk ister Tarlabaşı’nın arka sokaklarında şiddet ve öfke üzerine kurulsun, ister erdem ve safiyet üzerine kurulsun kendine bir yaşam alanı açıyor değil mi?

Aşkın despotik bir yapısı var: Akıl da, zekâ da, iyilik de kötülük de onun emrinde olmak zorunda. Elbette insanın en sıradışı duygularından biri. Müthiş bir duygu ama bunu sadece olumlu anlamda almak yanlış, olumsuzluk anlamında da müthiş bir duygu. Belki de dünyanın en yıkıcı duygusu. Elbette en yapıcı, en şefkatli, en merhametli duygusu da. İnsanın kendi hayatını boşluğa savurması da diyebiliriz buna. İnsanlıktan vazgeçtiğimiz an ya da tam tersi insanlığımıza kavuştuğumuz an. Bir âşık aynı anda iki olguyu birden yaşayabilir. Elbette karmaşık, o yüzden hiçbir zaman tarif edilemiyor, ortak bir çözümleme yapılamıyor. Ama hayatı sıradanlıktan kurtardığı da bir gerçek. Dokunduğu her nesneye, her duyguya, her düşünceye bir anlam katıyor. Anlamların mantıklı olması gerekmiyor elbette. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’ndeki karakterlerde elbette bu güzel ve marazi duygudan mustarip. Başta Nevzat olmak üzere, Kara Nizam, Azize, Barbut İhsan ve Çilem de aşk yüzünden acı çekiyor. Aşk, onların da hayatlarını belirleyip yazgılarını biçimlendiriyor.

Doğuştan gelen ve sonradan edindiğimiz haklar, duygular ve bilgiler var. Aşk bunlar içerisinde nerede duruyor? Doğuştan mı geliyor yoksa sonradan mı öğreniliyor?

Aşk doğal bir duygu, bence doğuştan geliyor. İstemeseniz de bir gün âşık olacaksınız. Ama toplum tarafından özendirildiği de bir gerçek. Aşk, bugün ekonominin en iyi satış konularından biri. Adına düzenlenmiş özel bir günümüz bile var. Ama bu özendirmenin kafa karıştırdığını da söyleyebiliriz. Hatta biraz ileri gidip insanı aşktan soğuttuğunu bile iddia edebiliriz. Çünkü aşk sıradışı bir duygu, onu pazarlamaya kalkmak abesle iştigalden başke bir şey değil.

Bu romanı yazarken çalışma sistemi olarak farklı bir yol izlediniz mi?

Beyoğlu’nun En Güzel Abisi, önceki romanlarımdan oldukça farklı. Kara roman diye adlandırabiliriz. Önceki romanlarımda, özellikle tarihi içerik taşıyanlarda bir ya da iki yıl bir araştırma süresi oluyordu. Bu kitapta aynı süreci yaşamadım, çünkü çok iyi bildiğim bir mekânı Beyoğlu’nu, Tarlabaşı’nı anlattım. Yaşadığım yerleri, her sabah geçtiğim sokakları, gördüklerimi yazdım. Romandaki karakterlerin çoğu kurmaca ama onların benzerlerini neredeyse her gün sokaklarda, köşe başlarında görüyor, başlarına gelenlere tanık oluyordum. Ama düşkün, yenilmiş, kaybetmiş o insanlara bakarken, bir semtin, bir şehrin, bir ülkenin trajedisine baktığımın farkındaydım. Evet, semtler de insanlara benzer, onlar da ihanete uğrar, yenilir, terk edilir ve acı çekerler.

Yazıldığı dönem itibariyle sizde nasıl bir duyguya denk geliyor bu roman, toplumsal bir hareketin yaşandığı günlerde yazmak nasıl bir süreçti sizin için?

Gezi isyanı patladığında romanın ortasındaydım. Parka AVM yapılacağına ben bile inanmış olmalıyım ki, oradaki binayı bile anlatmıştım. Sonra o bölümü değiştirdim tabii. Çünkü insanlar ağaçlarına, şehirlerine ve onurlarına sahip çıktılar. İnanılmaz bir süreçti. Marks’ın deyimiyle güneşli, pırıl pırıl gökyüzünde çakan şimşekler gibi. Elbette beni de çok etkiledi. Çünkü yazı yazdığım mekân Gezi Parkı’na üç yüz metre uzaklıkta. Olan biten, gözümün önünde gerçekleşiyordu. Müthiş bir eylemdi. Yazmaya iki ay kadar ara vermek zorunda kaldım, bu tarihsel süreci kaçıramazdım. Yeniden yazmaya başladığımda ise, çok daha istekli, çok daha güçlü duygularla doluydum. Dünyanın değiştirilebileceğine olan inancım güçlenmişti. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi bu duygularla kaleme alındı.

Gezi olaylarının üzerinden bir yıl geçiyor romanda, bizzat Gezi Direnişi olarak adı da geçiyor. Hatta gözünü kaybeden bir karakter var ama biraz rastgele kaybediyor. Çok yerinde, çok gerçekçi bir bakışla anlatıyor o dönemi. Bu süreci romanın içine aktarırken nasıl bir pencereden baktınız?

Gezi, masumiyetin isyanıdır. Ama bu roman Gezi isyanının romanı değil. O, çok daha kapsamlı, daha derin bir başka romanın konusu olabilir. Benim romanım, belki de Gezi olaylarının da nedenleriden biri olan ötekileştirmenin sonuçları üzerinde yoğunlaşıyor. Fakat hikâye Tarlabaşı’nda geçtiği için ve tarih de çakıştığı için Gezi’ye değinmemek olmazdı. Öte yandan Gezi ruhu o kadar etkileyiciydi ki, bu meseleyi yazmasam duramazdım. Gezi olaylarına tümüyle vicdani açıdan baktığımı söyleyebilirim. Romandaki öteki olaylar gibi, Gezi’de yaşananlar da doğrudan kişisel tanıklıklarımdan kaynaklanıyor diyebiliriz.