Aşık olunacak şehirler vardır, işte İsfahan onlardan biri...



Türkiye’de yaşayanların büyük bir bölümünün bütün bir İran ülkesi ve İran halkı hakkındaki inanılmaz boyutlardaki önyargıları bir yana, İsfahan şehri gerçekten cennetten bir köşe gibi geldi bana. Şair boşuna dememiş; “İsfahan, nesf-e cihan” (İsfahan, dünyanın yarısıdır) diye.



İran geleneğinde su, bahçe ve gül bir yaşam ortamının olmazsa olmazlarıdır. O yüzden, ister bir saray avlusuna girin, isterseniz bir otele, bu unsurları mutlaka görüyorsunuz. Araçların geçtiği ana yollar bile baştan başa ağaçlarla bezeli. Her yanda, şehrin tam içinde ve kalabalık yerlerine bile bahçe ve park alanları mevcut. İşin ilginç tarafı, bu kadar yoğunluk ve kalabalık arasında ve içerisinde kalan bu bahçeler tertemiz, çünkü insanlar adeta evlerinin masasında özenle bir sofra hazırlıyor gibi düzenli ve temiz piknik yapıyor, giderken arkalarında tek bir parça çöp bile bırakmıyorlar.



Özellikle ülkemizde kendi özel araçları olduğu halde ve ulaşabilecekleri çok yakın yerlerde daha uygun ve elverişli piknik sahaları bulunduğu halde gidip anayol kenarlarında egzoz dumanları arasında mangal ve piknik yaparak bir koku ve ses kirliliği yarattıktan sonra artlarında pek çok çeşitli çöp yığınları bırakan insanımızı düşününce, insanın içine bir fenalık çöküyor... Doğrusu, ben bu kadar çok çeşmesi ve bahçesi olan, insanların bu kadar keyifli ve kibar olduğu, bu kadar temiz piknik yapabildiği ve bu kadar az dilenci barındıran bir başka şehir görmedim...



İsfahan’ı boydan boya geçen ve 1597 yılında yapılmış bulunan, 5 km uzunluğundaki bir cadde olan Çarbağ (Charbagh) caddesinin adı “dört bahçe” anlamına geliyor, bu isim yol boyunca dikilen sıra sıra çınarlardan geliyor olmalı. Zağros Dağlarından doğarak İsfahan şehrinin içinden geçip giden Zayende Rud nehri, tüm İran’ın belli başlı cazibe merkezlerinden biri. Kıvrımlarıyla beraber 460 km, kuş uçuşu ise 270 km uzunluğunda. Genişliği 20-700 metre arasında değişiyor. İsfahan merkezinde ise nehrin genişliği 100-300 metre arasında.



Bu nehrin üzerindeki beş köprüden en bilineni ve önemlisi kabul edilen 300 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğindeki Siesopol köprüsü, adını otuz üç adet kemerinden alıyor. 1602 yılında inşa edilmiş olan bu köprüyü Ömer Hayyam’ın yapmış olduğu rivayet ediliyor. Bu köprü, üzeri, içi ve etrafındaki oturma yerleri ve yeşil alanları gece yarılarına kadar yoğunluğunu koruyan bir sosyalleşme alanı. Kadın, erkek, çocuk, İranlı, Azeri ve yabancılar cıvıl cıvıl bir mutluluğu paylaşıyorlar. Köprünün gece aydınlatması bir harika, yine bu noktada bizim Boğaz köprülerimizin korkunç (ve genelde pavyona benzettiğimiz) aydınlatmasını hatırlayarak kederleniyoruz...



Nehrin bir yakasını diğerine bağlayan başka bir köprü ise Kaju köprüsü, bu köprü ise 133 metre uzunluğunda, 24 kemerli ve 2 katlı. Sanki şehir halkı bu köprüleri sevgileriyle ayakta tutmuşlar, her akşam üzerinde üzüntü ve sevinçlerini paylaşarak sağlamlığını ve zamana karşı dayanımını takviye etmişler. Köprülerin üzerinde oturanlar, sohbet edenler, müzik aletleri çalanlar, şarkı söyleyenler, resim yapanlar, bu ülkeye yönelik önyargıları bir kez daha sertçe siliyor ve insanı ister istemez bir hüzün deryasına yönlendiriyor. Kaju köprüsünü 2. Abbas yaptırmış ve vakit buldukça gelip Zayende nehri üstünden batan güneşi seyredermiş. Köprülerin üzerinde geçiş sağlayan bir yaya yolu olduğu gibi, altında nehir yüzeyine yakın, küçüklü büyüklü dehlizlerin arasından sekerek geçilen ve istenildiğinde arada dinlenilebilen bir yol daha bulunuyor.



Bu iki köprü dışında, geleneksel tarzda Urgan Köprüsü, Zamanhan Köprüsü, Kelle Köprüsü, Baba Mahmud Köprüsü, Flavercan Köprüsü, Marnan Köprüsü, Şehristan Köprüsü, Desti Köprüsü, Verzene Köprüsü ve modern tarzda Filizî Köprüsü, Âzer Köprüsü ve Firdevsî köprüleri de yer alıyor.



Bir zamanlar Doğu dünyasının en önemli ve büyük şehirlerinden biri olan ve 11. yüzyılda Selçuklukların başkentliğini yapmış bulunan İsfahan, 1250 yılında bir Moğol istilasına maruz kalmıştır. Baştan başa Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan yapılarla çevrilmiş bulunan ve tam 560 metre uzunluğunda ve 150 metre genişliğinde olan Nakş-ı Cihan meydanı (Şah meydanı veya İmam meydanı da denilir) şehrin kalbi hükmünde.



Çin’in Pekin şehrindeki Tiananmen Meydanından sonra dünyanın en büyük ikinci büyük meydanı özelliğini taşıyan bu meydan, aynı zamanda, İpek Yolunun en önemli duraklarından biri. Şah’ın halkla buluşma noktası olarak tasarlanan bu meydan, 1612 tarihini taşıyor ve şehrin nabzı burada atıyor. Dikdörtgen şeklindeki bu meydan, saraylar, camiler ve çarşılar ile çevrelenmiştir.



Şah 1. Abbas’ın Çin’den 300 usta getirtip, halka seramikçiliği öğrettiği söylenilir. Bir yanda artık müze niteliği taşıyan, eskiden önce Şah ailesinin ve sonradan sadece kadınların namaz kıldığı söylenilen ve mimarının İslam’daki resim yasağını esnetmek için kubbesine güneş geldiğinde tavus kuşu (kuyruğu) yansımasının oluşmasın tasarladığı Şeyh Lütfullah Camii, Safevi mimarisinin başyapıtları arasında kabul edilir. Meydanda yer alan en küçük ve en eski ibadet yeridir, duvarlarına gökyüzü, tavanına yeryüzü işlenmiştir. Süreklilik ve bütünlük vurgulanır. Şeyh Lütfullah dönemin önemli bir İslam alimi ve üstelik Şah Abbas’ın da kayınpederidir.



Yine 17. yüzyılda Şah Abbas tarafından yaptırılan İmam Cami (Mescid-i İmam) bir başka eser. 1597 yılında yapılan Âli Gapu (Devletin Kapısı) Sarayı ise bir zamanlar devletin yönetildiği yer. Ali Gapu Sarayının 18 zarif ve ince sütunu üzerinde yükselen terasından etrafı kuşbakışı izleyebiliyor ve fotoğraflayabiliyorsunuz. Şah Abbas buradan meydanda yapılan törenleri izlermiş. Sarayın altıncı katında ise mükemmel bir akustik yapıya sahip bulunan bir müzik odası bulunuyor.



Meydan harika sular, çeşmeler, yeşillikler, oturma alanları, yeşillikler ve etrafında parklar ile çevrili, insanların buluşma ve sosyalleşme mekanı haline gelmiş, ayrıca içinde faytonlar kısa gezintiler yaptırıyor. Çevresindeki camilerde isteyen ibadetini ediyor, isteyen müzelerini geziyor, dileyen yemek yiyor ve dileyense çarşıları ve dükkanlarında alışveriş ediyor veya içindeki kafelerde dinleniyor ve serinliyor. Bizim niye böylesi bir tane bile meydanımız ve böyle bir mimari ve ticari kültürümüz yok diye hayıflanıyor insan. Bu güzel, görkemli ve gösterişli meydan hem geniş hem de çevresiyle iç içe, ulaşımı rahat, dolaşması konforlu. Tarih ile gündelik hayatı aynı anda yaşayabiliyor ve hissedebiliyorsunuz... Meydanda bir de Turizm Ofisi bulunuyor ve buradan her türlü bilgi, broşür, kitapçık ve haritayı elde edebiliyorsunuz...



Hindistan dahil Müslümanların yaşadığı pek çok Doğu ülkesinde mevcut ve yerleşik bulunan en büyük camiye genelde “Cuma Camii” adı verilir, burada da bir tane var. Bir başka ismi ise “Ulu Camii”. Sultan Melikşah döneminde, 1072-1092 yılları arasında inşa edilmiş ve sonrasında ünlü vezir Nizam-ül Mülk tarafından bazı ilavelerle güçlendirilmiş.



Buradaki çarşılar kapalı çarşı şeklinde ve bizim Kapalı Çarşı ve Mısır Çarşımıza benziyorlar, keza ürünler de büyük benzerlik gösteriyor. Zaten küresel ticaret politikalarından dolayı, İran desenli ürünlerin de çoğu artık Çin malı. Halı veya kilim alacaksanız, bu konuda gayet yetkin ve bilgili olmalısınız. Satın almaya karar verdiğiniz takdirde, bir kaparo bırakarak ürünü İstanbul Kapalı Çarşı’daki bağlantılı bir temsilcisinden teslim alıyor ve ödemenin geri kalanını yapıyorsunuz, en azından öyle denildi. Ama ben bizdekiler dururken ve yeterince bilgiye sahip değilken, böylesi bir maceraya gerek duymadım.



Bunun dışında, yine bu çarşılarda türlü türlü kakmacılık, kuyumculuk, nakkaşlık ürünlerini, egzotik giysiler, dokumalar, altın, gümüş ve deriden süs ve ziynet eşyaları, lambalar, tespihler ve baharatlar vs bulabiliyorsunuz. Özellikle el işçiliği ile bezenen kutuları ve tabakları göz dolduruyor. Altın için Bazar-e Honar ve diğer ürünler için Bazer-e Bozorg’u tercih edebilirsiniz. Pazarlık payı diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu kadar değil, %25-30 civarında kabul edebilirsiniz. Bu kapalı çarşılarda esnaf yerli veya yabancı müşterilerin kolundan yakasından tutup çekiştirmiyor, rahatsız ve taciz etmiyor, yılışmıyor ve yapışmıyor henüz.



Şehrin bir başka gösterişli yapısı olan Çehel Sütun (Kırk Sütun) Sarayı ismini gösterişli bahçesini içinde bulunan 20 sütunun suya yansımasıyla ortaya çıkan 40 sütunluk görüntüden alıyormuş. 67.000 m2’lik bir alana yayılan genişçe bir koru içinde bulunan sarayın içerisindeki duvarlarda İran için önemli kabul edilen muharebelerden kesitler bulunuyor. Yoğunlukla 17. yüzyıl İran’ı resmediliyor. Bunların başlıcası Osmanlı’ya karşı kaybettikleri Çaldıran Savaşı. Yenildikleri bir savaşı resmetme gereğini, bu savaşı tüfeğe karşı kılıç ile kaybettiklerini anlatmak üzere duymuşlar.



Bunun dışında, benzeri sefer ve devlet büyüklerinin kabulleri, elçilerin ve misafirlerin ağırlandığı resepsiyonlar ile ilgili resimler olduğu gibi, komşu ülke elçilerinin eğlendirildiği zenne ve dansözler de tasvir edilmiş. Burada İran devletinin herhangi bir baskısı veya bu eserleri tahrip etmesi vs söz konusu olmamış, aksine bu tarih ve kültür mirasını korumuşlar. Burada, Osmanlı’nın minyatür sanatını İran’dan ödünç aldığını ve İran minyatürlerinin çok daha nitelikli ve resim sanatına daha yakın olduğunu hatırlatalım. Bizdekiler ise daha çok insan yüzünün özellikle seçilemediği, “Cin Ali” biçiminde olay anlatımına dayanan tasvirlerden ibarettir. Bu Saray 1706 yılında yanınca yeniden yapılmış ve şu aralar Eski Eserler Müzesi olarak da adlandırılıyor



Bir başka görülmeye değer eser ise ünlü Abbasi Oteli. Bu otel 1704-1714 yılları arasında yapılmış ve yapıldığı dönemde bir kervansaray olarak kullanılmış. Otelde kalmasanız bile, içerisindeki gösteriş ve heybeti görmek için gezebilir, çok geniş ve ferah bahçesinde çayınızı veya çorbanızı içebilirsiniz. Elbette burası şehir geneline göre biraz pahalı bir yer...



Heşt Beheşt Sarayı, Safevî döneminin son sultanlarının yaşadıkları görkemli saraylarından birisi. Süleyman Şah zamanında 1660’de yapılmış. Safevi döneminin son sultanlarının yaşadıkları Hasht Behest (8 Cennet) Sarayı, zamanında oldukça lüks dekore edilmiş görkemli bir saraymış, ancak yıllar içerisinde çok zarar görmüş. 7 Cennet anlamına gelir.



Çehel Sütün Sarayı yakınlarında üç ayrı müze bulunuyor. İran Dekoratif Sanatlar Müzesinde Safevi ve Kaçar dönemlerine ait minyatür, cam işçiliği ürünleri, eski elyazmaları Kuran’lar, seramik, tahta oymacılık eserleri, silahlar görülebilir. Çağdaş Sanat Müzesinde, çoğunlukla İsfahanlı sanatçıların güncel sergileri gösteriliyor. Doğal Tarih Müzesinin bahçesinde fil, zürafa ve dinozor gibi hayvanların maketleri yer alıyor.



İsfahan’da taksi ücretleri bizimle karşılaştırılamayacak kadar ucuz ve komşu şehirlere lüks otobüs seferleri ve düzenli tren seferleri de mevcut. Uluslararası havalimanı ise şehir merkezinin 25 km uzağında yer alıyor. Türkiye’den uçuş 3 saat kadar sürüyor. Karayolunu tercih edecekler için, İsfahan, Tahran’a 414 km, Şiraz’a 481 km ve Yezd’e ise 316 km mesafede bulunuyor.



Osmanlıların siyasi sebeplerle İspanya'dan kaçan Yahudilere kucak açması gibi, İran da Osmanlı'dan kaçan Ermenilere yine siyasi sebeplerle kucak açmış… Zaten İsfahan çok temiz ama Ermeni mahallesi çok daha temiz... İran'da 1 milyon, İsfahan'da 200.000 civarında Ermeni yaşıyor... Şah 1. Abbas 1604 yılında Nahçıvan’ın Julva şehrinde yaşan ve inançları nedeniyle zor durumda kalan 150 bin Ermeni’yi ülkesine davet eder.



Bunlar İsfahan’a gelerek Yeni Julva mahallesini kurarlar. Bu semtte şimdi 13 kilise, havuzlu ve heykelli meydanlar göze çarpıyor. Ermeni mahallesindeki meşhur Vank Katedralinde yine kilise duvarlarını kaplayan gayet açık ve nü tablolar, freskler, figürler var ve yeniden tekrarlama gereği duyuyorum, baskıcı sandığımız İran devletinin hiçbir müdahalesi söz konusu bile değil, aksine mahalleyi ve yapıları kendi himayesi ve koruması altına tutuyor.



Bahsettiğim bu iç dekorları genelde İtalyan sanatçılar yaptıkları için, Floransa kilisesi/katedrali ile benzerlikler gösteriyormuş. Bethlehem ve St. Mary Kiliseleri ve Ermenilerin yakın tarihini anlatan müze de gezilebilir. Şehirde sayıları Ermeniler kadar olmasa da, Yahudi ve Zerdüşt azınlık da bulunuyor ve meclislerinde Yahudi ve Hıristiyan milletvekilleri kendi halklarını temsil hakkına sahip bulunuyorlar.



Moğollar döneminde yaşamış ve 1.316 yılında ölmüş Ebu Abdullah adlı bir dervişin türbesi olan ve 17 metre yüksekliğinde 2 adet sallanan minareye sahip bulunan Manar Jonban, halk arasında Sallanan Minareler olarak biliniyor. Bu minarelerin 2 km. yakınında, şehrin üst taraflarında ise bir ateşgede yer alıyor, ateşgedeler Zerdüşt inancında gece gündüz ateşin sönmemesinin gerektiği kadim tapınaklardır. Her ne kadar artık harabe halindeyse de, genel bütünlüğü özenle korunmuş.



İsfahan sanırım Avrupa şehirleri arasında en çok Floransa’ya benzetilebilir. Nitekim İsfahan, Floransa, Havana ve İstanbul ile kardeş şehirdir. İsfahan’ı seven bir insan, Şiraz’ı, Tebriz’i ve Yezd’i de çok sevecektir ama aynı zamanda İsfahan’ın apayrı bir yerinin olduğunu hemen anlayacak ve kavrayacaktır.



İran genelinde olduğu gibi, İsfahan insanı da fevkalade misafirperver, sevimli ve şefkatli yaklaşıyor şehirlerine dışarıdan gelen konuklarına. Hiç ummadığınız bir anda, bir yanınızdan çat pat Türkçe konuşmaya çalışan biri yaklaşarak tamamen karşılıksız ve sempatik bir şekilde yardım edebiliyor, yol gösterebiliyor. İran’da bu tür manzaralara ve tavırlara alışmalısınız.



İsfahan’ın tarihi Taş Devrine kadar gider, Medlerin yaşadığı dönemde adı Aspandana olarak biliniyordu. İsfahan 642 yılında Müslümanların eline geçer. Selçuklu hanedanı Tuğrul Bey tarafından 11. yüzyılın ortalarında, 1047 yılında başkent yapılır. Melikşah döneminde ise iyice gelişir ve önemi artar. Selçukluların yıkılışının ardından, bir Moğol talanı ve istilasına uğrar.



İsfahan’da Timur pek iyi hatırlanmıyor. 1387’de şehri ele geçiren Timur, şehirde Timur’un bıraktığı askerlere karşı isyan patlayıp bu askerlerin öldürülmesi üzerine, şehre geri döner ve yeterince caydırıcı olabilmek adına 7 yaşının altında 7.000 çocuğu katlederek kellelerinden kuleler diker.



Sonrasında, Safeviler tarafından yeniden imar edilmeye başlanır. Başta başkentleri Tebriz iken, Şah 1. Abbas tarafından İsfahan 1587 yılında yeniden başkent yapılır. Yeni yapılan hanlar, hamamlar, kervansaraylar, medrese ve çarşılar ile şehir halkının refahı artar.



1722 yılında Afganlı Peştunlar tarafından kuşatılır ve alınır. Bunun üzerine, başkent önce Şiraz, sonra da Tahran’a taşınır. Bundan sonra bir müddet unutulmaya terk edilen ve nüfusu azalan İsfahan, Şah Pehlevi devrinde yeniden elden geçirilir, tarihi yapılar onarılır.



İsfahan’ı gezerken ve büyülenirken, İsfahan gibi Doğu dünyasının sayısız yıldızının son yüzyıl içinde yıkılığı, yakıldığı, bombalandığı ve ortadan kaldırıldığını hatırladım. Çok da uzun olmayan bir süre önce bütün dünyanın gözlerini çevrildiği İran nükleer tesisleri, İsfahan – Kaşhan yolu üzerinde, yalnızca 30-40 km uzaklıkta. Bir ara pazarlıklar olumlu sonuçlanmadığında İsfahan da vurularak ortadan kaldırılma tehlikesi atlatmıştı. İnsanoğlu böyle bir güzelliği binlerce yılda inşa ediyor ama birkaç saniye içerisinde de tarihe gömebiliyor...



{Yazı ve Fotoğraflar: Serkan Doğan}