ÜMİT Kıvanç'ın yaptığı Ahmet Kaya belgeselini izliyorum. Kar yağıyor İstanbul'da. Bu karda üşümeye hasret ölmüş, öldürülmüş, öğütülmüş kaç insan vardı? Bu ülke kaç insan öğüttü? Kaç Kürt? Kederli bir sabah...
Sonra Gomidas için yapılan konsere gidiyorum. Tıpkı Ahmet Kaya gibi o da Paris'te kalmaya mahkûm edilmiş. 24 Nisan 1915'te yazar, şair, siyasetçi yüzlerce arkadaşının öldürülmesini izledikten sonra 20 yıl bir tek söz söylememiş kimseye. Tek işi bu toprağın bütün türkülerini derlemek, müzik üretmek olan bir ince ruh, belinden kırılıp bu topraktan atılmış. Bu toprak kaç insan öğüttü böyle? Kaç Ermeni? Kederli bir akşam...
Üniversiteli çocuklar "Ne yapacağız?" diye deliye döndüler. Araya gidecekler pek yakında, eğer bir şey yapılmazsa. Düşünüyorum da kaç genç öğütüldü bu toprakta tıpkı onlar gibi. Kaç Türk? Kederli bir ikindi...

LİSELİM!
Sonra yeniden sabah oluyor. Dostum Aylin Aslım'ın yazdığı bir şarkı sözüdür:
"Hayat geri gelir." Hayat geri geliyor... Bir lise öğrencisinin, bir lisenin kürsüsünden yaptığı konuşma metni geliyor elime.
Eyüboğlu Koleji'nde yapılan, Türkiye'nin en iyi liselerinin öğrencilerinden oluşan 300 kişilik Avrupa Gençlik Parlamentosu'nun açılış konuşmacısıydım geçen hafta. Parlamentonun Genel Başkanı, Eyüboğlu Koleji öğrencisi Fırat Akova da bir konuşma yaptı orada. Kusursuzdu. O konuşmadan bir bölümü umut ve iftiharla sizinle paylaşıyorum:

LİSEDE SİYASET ELEŞTİRİSİ
"...Bugünü, ileride dönüp bakmak ve utanmak için bir yere not etmeliyiz. Adeta Magritte'in gerçeküstü tablolarından biri olan 'Not to be Reproduced'u inceliyoruz: Portrenin ortasındaki bir adam, aynada kendine baktığında ensesini görüyor, yüzünü değil; algıdaki fenomen, olması gereken duruma oldukça yabancı. Biz de, politik gerçekliğimizde böylesine bir çelişki yaşıyoruz.
Öğrenci Gençlik Sendikası'na bağlı bir üniversite öğrencisinin YÖK'ü protesto ederken tekmelenmesi ve karnındaki çocuğunu düşürmesi, sıradan bir ahlaki ayıbın ötesinde, gitgide güç kazanan despotluğun sivrilmesi olarak karşımıza çıkıyor. (...) Sanki uzun oylumlu bir korku filmi çekilmiş de, her saat yeni bölümlerini bekliyoruz.
Kendime, askeri rejimlerin, liberal demokrasilerle -güdük ya da dallanıp budaklanmış da olsalar- birleştikleri yerin 'polis devletleri' olup olmadığını soruyorum. (... ) Postmodern devlet paradigmasının söylemi, modernliğin postallarının, cilalanmış mokasen ayakkabılara dönüşümüdür aslında. Dolayısıyla, distopyaların yeni bir türü var artık: Neoliberal 'kısa çizgi' otoriter rejimler ve onların sarsılmaz yüceliği.
Bu kürsüyü ve parlamentoyu; özgürlük ve eşitlik bağlamında, konuşmak isteyip de susturulan insanlara adamak anlamlı olacaktır. Parlamentonun genel başkanı olarak; tüm dünyada kendini, insanların özgürlüğünü koruma savaşımında bulunan ve yaşamlarının her hücresinde bunu yüksek sesle dile getiren, 'konformist' olmayan, yani sürüden ayrı, uyumcu hale gelmemiş kişilere adıyorum. 20. yüzyılın karakutularından Sartre ve Foucault'un eylemci ve mücadeleci özgürlüğü, 21. yüzyılın korkusuz insanlarına ışık tutsun, onların ruhlarından temellensin, diyorum. Aynı, Muhafazakâr Parti-Liberal Parti koalisyonunun üniversitelerde yapmayı planladığı bütçe kesintilerine; otonom meclislerle, broşürlerle, işgallerle karşılık veren İngiltereli öğrenciler gibi.
Geleceğe dair pek iyimser bakmak söz konusu değil, sanırım. Ancak bu parlamento delegelerinin pazartesine gününe kadar yazacağı; askeri rejimlerde kaybolan insanların durumundan nükleer enerjinin kritik bağlamına, 12 Eylül 2010 halkoylaması sonrasında sözü verilen yeni anayasanın içinde neler olması gerektiğinden vicdani reddin rasyonelliğine, oradan da düşünce suçlularına, eşcinsellere, dışlanan kesimlerden azınlık haklarına ve ötanaziye kadar diğer birçok konuyu odağına yerleştirecek olan önergelerde, başından sonuna kadar, bir gençlik dinamizmi boy gösterecek. Sorunlara dair olan önergeleri, TBMM'ye göndereceğiz. Belki bu kış günü, akıllardaki bir kartopu oluruz ve o kartopu gün gelir çığ olur, beklemediğimiz eylemlere evrilir."
Hayat geri gelir yani. Mecbur gelir! Bugünlerde bunu birbirimize söylemeye çok ihtiyacımız var. Öyle değil mi?