Gazeteci İrfan Aktan, Sokağa çıkma yasakları ve çatışmalar başladığından bu yana bölgedeki hakikatlerin aktarılmasının Türkiye’nin genelinde bir tesir yaratmadığını ifade etti.

Aktan, “Yıllarca Kürtlerin mağdur dilinin Türkiye’nin batısında empatiye değil, tam tersine anti-Kürtlüğe zemin hazırladığını söyledik, yazıp çizdik. Çünkü Türk toplumunun önemli bir bölümü kendisini devletle, devleti de kendisiyle özdeşleştirdiği için, devletin suçlarını inkâr etmeye, inkâr edilemeyenleri de gerekçelendirmeye meylediyor” dedi.

 İrfan Aktan’ın Haber Nöbeti’ndeki “Söz anlamını yitirmişti” başlıklı yazısı şöyle:

Haber Nöbeti için 7. grup olarak Diyarbakır’a gitmeden önce uzun uzadıya yapabileceğim haberler üzerinden kafa yordum. Orada her türlü baskıya rağmen gazetecilik faaliyeti yürüten arkadaşlarla dayanışmak, onlar adına habercilik yapmak temel gayemizdi.

Sur’dan, belki Bağlar’dan insanlarla söyleşiler yapacaktım. Yakınlarını kaybeden ailelerle görüşmelerin, onların hikâyelerini aktarmanın önemli olduğunu düşünüyordum. Ancak Diyarbakır’a indikten, gruptaki arkadaşlarla Sur’da buluşup biraz dolaştıktan ve birkaç kişiyle ayaküstü sohbet ettikten sonra üstüme, sanırım şu ana kadar hiç yaşamadığım bir çöküntü hali sindi.

O çöküntü ertesi günlerde yine Sur’a giderken, Ofis’te gezerken, orada çalışan gazetecilerle görüşürken de kalkmadı bir türlü. Belki Newroz grubunda olsak, böyle bir ruh haline teslim olmazdık, bilemiyorum.

Sokağa çıkma yasakları ve çatışmalar başladığından bu yana bölgedeki hakikatlerin aktarılmasının Türkiye’nin genelinde bir tesir yaratmadığını biliyordum.

5 Haziran 2015’te Diyarbakır’da, 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta ve aynı yılın 10 Ekim tarihinde Ankara’da gerçekleşen bombalı saldırılar sonrasında toplum büyük ölçüde sinmiş veya daha güçlü olanın söylemine, ürettiği gerekçelere razı olmuş görünüyor.

Böylesi bir toplumsal psikoloji, güçlünün uyguladığı zulme reaksiyon göstermeyebiliyor. Dahası, devlet söylemini sahiplenerek, yapılan uygulamalara tıpkı devlet gibi, gerekçeler üretmeye başlayabiliyor insanlar. Yıllarca Kürtlerin mağdur dilinin Türkiye’nin batısında empatiye değil, tam tersine anti-Kürtlüğe zemin hazırladığını söyledik, yazıp çizdik.

Çünkü Türk toplumunun önemli bir bölümü kendisini devletle, devleti de kendisiyle özdeşleştirdiği için, devletin suçlarını inkâr etmeye, inkâr edilemeyenleri de gerekçelendirmeye meylediyor.

Şu anda özellikle operasyonların sürdürüldüğü bölgelerde Kürtler, kelimenin en naif haliyle mağdur ediliyorlar. Fakat bu mağduriyet, Türkiye’nin genelinde, iktidara karşı bir kamuoyu yaratmıyor. İnsanlar yapılanları bilmediğinden, olup-bitenlerden bihaber olduğundan değil bu sessizlik.

1990’larda da Türkiye’nin batısındaki sessizlik, bilgisizlikten değil, rızadandı. Şu anki sessizlik de ondan. Herkesin herşeyi bildiğini Kürtler de çok iyi biliyor, biz gazeteciler de biliyoruz.

Belki de o yüzden Haber Nöbeti boyunca görüştüğümüz veya karşılaştığımız hiç kimseyi oturup uzun uzadıya tanıklıklarını veya mağduriyetlerini aktarmaya heveskâr görmedik. Bizim kendi mesleğimizi icra etmekte ne kadar heveskâr olduğumuz da ayrı bir hadisedir.

Sur’da bir gün dolaşırken, Dört Ayaklı Mimare tarafından, çekimden dönen bir grup merkez medya çalışanlarıyla karşılaştık. İcazetliydi onlar. O sahne gözlerimin önünden hiç gitmiyor. Uzakta ilk belirdiklerinde omuzlarındaki kamera ve tripotları silah ve taşıyanları da özel harekatçı sanmıştım. Yakınımıza geldiklerinde anladım “gazeteci” olduklarını.

Sanırım o andan itibaren Haber Nöbeti, benim açımdan barış gazeteciliği üzerine daha derinlikli düşünmeye vesile oldu. Yıkıntılar altıda kalan insanlara mikrofon uzatmak hiç kolay değildi. Zaten o, her bir cümlesi “manşetlik” olan Diyarbakır kadınları veya ihtiyarları mırıldanıyordu sadece. Diyarbakırlılar açısından söz, anlamını yitirmişti. Sanırım biz gazeteciler için de öyle.