İnsan, tutunabileceği bir şey kalmadığını anladığında, hiçlikle buluşur. Tutunduğun bir şey yoksa eğer, sen de yoksun. O zaman kendini hiçliğin kollarına bırakarak varlığını yeniden tanımlarsın. Bunun adı "intihar"dır.

Jean Paul Sartre, intiharı bir reddetme eylemi, bir protesto hali olarak tarif eder. Ona göre "intihar, kaçış değil, reddediştir."

Albert Camus ise, intiharın karşısında konumlanır ve intihar etme eylemini olumsuzlar. Bu, koşulsuz bir tavırdır. Bu tavrını şöyle dile getirir: "İnsan da, yaşam da saçmadır, ama yine de yaşamak gerekir."

Felsefi fikirleri birçok noktada karşıt olsa da ortaya koydukları politik/felsefi tutumlarının merkezinde direniş ve başkaldırı vardır. Albert Camus'nün şu belirlemesi dikkate değerdir: "Başkaldırıyorum, o halde varım."

Birkaç gün önce, basına bir haber düştü. Bu haberde, KHK ile işinden ihraç edilen sağlık çalışanı ve SES üyesi Fatma Demirel (Evin Güneş) adlı bir kadının intihar ederek yaşamına son verdiği yazılıyordu. Halkların Demokratik Partisi, Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu bu intihar olayını aktaran ilk kişiydi zannedersem. Öncelikle şunu net bir şekilde belirtmek gerekir ki, Fatma Demirel, KHK ile işinden uzaklaştırılmış olmaktan kaynaklı ciddi anlamda ekonomik sorunlar yaşıyordu. Kızının okul masrafları ve kendisinin hastane ve ameliyat masrafları sol-yurtsever çevrelerce toplanan yardımların kendisine ulaştırılmasıyla karşılanıyordu. Bunu özellikle belirtiyorum, çünkü olayı tamamen çarpıtıp buradan KHK'lerle yaratılan mağduriyeti gizleme çabasında olan çevreler var!

Otoriter bir anlayışa sahip olan, hukuk ile tamamen bağlarını koparan, mafya ile kirli ilişki ağları geliştiren, uluslararası uyuşturucu trafiğinin merkezinde yer alan, İstanbul Sözleşmesi'nden çekilerek kadın cinayetlerinin önünü açan, himayesindeki kolluk güçlerinin tecavüz vakalarının hukuk zemininde cezalandırılmasını engelleyen-hatta sessiz kalarak bu durumu teşvik eden-, kirli savaş politikaları ile varlığını sürdürmek için her yolu mübah gören, her fırsatta ve her yerde Alevilere, Kürtlere ve demokrasi güçlerine dönük baskı-sindirme politikası izleyen, bu duruma ses çıkaran aydınları KHK'lerle işinden edip susturmaya çalışan AKP rejiminin bir bütün olarak toplumu mağdur ettiği açık bir şekilde ortadadır. Özellikle KHK'lerle işi elinden alınan birçok kişinin intihar ettiğine birçok kez tanıklık ettik. Bunu bir kenara koyarak Evin Güneş'in intihara sürükleniş hikayesine daha geniş bir pencereden bakalım:

Daha onaltı yaşındayken onyedi gün boyunca gözaltında sorguya alınır, ağır işkencelerden geçirilir, tecavüze uğrar. Hazırlanmış bir ifade önüne konularak imzalaması istenir. Evin imzalamaz. Bu sefer babasının gözleri önünde kendisine tecavüz edilmekle tehdit edilir. Çaresiz bir şekilde önüne konulan metni imzalamak zorunda kalır. Ve on yıl cezaevinde kalır. Çıktıktan sonra evlenip bir kız çocuğu dünyaya getirir. Tekrar tutuklanıp cezaevine gönderilir ve yedi yıl daha cezaevinde kalır. Bu süreçte eşinden ayrılır. Kızıyla birlikte yaşama tutunmaya devam eden Evin, Diyarbakır'da sağlık personeli olarak bir hastanede çalışırken KHK ile işi elinden alınır. Sağlık sorunlarının yanında ekonomik sorunlar da yaşamaya başlar. Ağır yaşam koşulları, geçmişte yaşadığı travmalardan kaynaklı psikolojik daralmalar yetmezmiş gibi, hayatını cehenneme çeviren M.R adında biri hayatına girer. M.R'nin sözlü ve psikolojik şiddetine de maruz kalan Evin giderek kötüleşir, umudunu hepten yitirmeye başlar. İşine geri dönmek onun için hayata tutunmanın, tutunabilmenin bir yolu olabilir umuduyla çabalarken komisyonun verdiği olumsuz karar bu umudunun da yitip gitmesine yol açar. Sosyal medyadan iş aradığını belirten bir mesaj paylaşır ilk önce. Fakat daha sonra iyice umudu tükenen Evin, intihar ederek yaşamına son verir. Aslında bu durum, zihninde iyice olgunlaşan intihar fikrini uygulamak için tetikleyici rol oynar. Çünkü yaşadığı tek mağduriyet bu değildi. Böylesine büyük bir trajedinin merkezinde yer alan Evin, çok yönlü bir acımasızlığa kurban gitti. Karakteri gereği devlet, bu cinayetin bir numaralı failidir! İkinci fail ise, bu acımasız sistemin saldırıları karşısında onu yalnız ve çaresiz bırakan toplumsal yapıdır. M.R adlı şahsın bu intihar olayındaki payı ise devletinkiyle eşdeğerdir! Peki, toplumsal bir yapının birer parçası olan bizlerin bu intihar olayındaki payı tam olarak nedir? Şüphesiz gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatarak görmemek ve duymamaktadır!

Evin, kendini hiçliğin kollarına bırakarak varlığını yeniden tanımlamak istedi. Çünkü o yoktu aslında. Görülmek isteyen birinin görülmemesi, duyulmaması, hissedilmemesi onu yok olmaya doğru sürükler. Yeniden görülmek, duyulmak ve hissedilmek için intihar eylemine sarılır. Bu bir isyan hâli, bir protesto eylemidir belki. Ama olması gereken şey değildir kesinlikle. Halbuki yaşamın acımasız saldırılarına ve bütün zorluklarına karşı sonuna kadar mücadele etmek en doğru tavırdır. Ama bunu tek başına başarmak bazen mümkün olmayabilir. Bu durumda gücümüzü içinde yaşadığımız toplumsal yapıdan almak dışında pek bir şansımız yok. O halde bu zorluklara omuz verecek toplumsal bir yapının sorumluluğu ortaya çıkar. Peki, bu sorumluluğu yerine getirme noktasında başarılı bir sınav verebildik mi? Eğer vermiş olsaydık Evin yaşıyor olacaktı. Belki daha birçok kadın yaşıyor olacaktı!

Evin'i intihara sürükleyen şey, bizlerin onu görmemesi, duymaması, ruhunun derinliklerinden yükselen çığlıkları hissetmemesi idi. Evin'in devrimci duygularla selamlanan zerdüşti duruşunu görmemek, bu duruşa sahip çıkmamaktır onu hayattan koparıp hiçliğin kollarına bırakan şey.

Denilir ki, tek bir saç teli bile temiz kalsa bir insanın, elinden tutup kaldırmak gerekir. Oysaki Evin'in neredeyse bütün saç telleri temizdi.

Fatma Demirel'in, sosyal medya hesaplarında kullandığı ismiyle Evin Güneş'in yaşadıkları korkunç şeyler! Türkiye ve Kürdistan'daki kadın hareketlerinin suskunluğunu gördükçe geleceğe yönelik umudunu yitiriyor insan! Gözaltında ağır işkencelerden geçirilen, tecavüze uğrayan, uzun yıllar zindana atılan, işi elinden alınan, erkek şiddetine maruz kalan, toplumun dışına itilerek yalnız bırakılan bir devrimciye öldükten sonra bile sahip çıkmayan bir kadın hareketi, kendi geleceğine ne kadar sahip çıkabilir? Nasıl bir gelecek inşa edebilir! Mevcut eril anlayışın karşısında konumlanan toplumsal hareketlerin bu yaklaşımı da son derece eril değil midir? Hastalıklı bir toplumsal yapının erkekleşen algısıyla hareket eden herkes rahat uyumamalı bu intihar karşısında!

Bizler, intihar ederek protesto etmeyi, reddetmeyi ima eden Sartre'dan yana değil, anlamsız bir yaşam karşısında direnerek onurlu ve anlamlı bir yaşamı inşa etmemizi öneren Camü'den yana tavır takınmak zorundayız. Ama benimsediğimiz toplumsal anlayışın da bize gösterdiği şey; yalnız ve tek başına bir direnişin mümkün olmadığıdır. Sorunlar karşısında birlikte hareket etmediğimiz, mücadele iradesini göstermediğimiz zaman yaşanacak şey trajedinin kendisidir. Bu büyük trajedinin muhatabı, insanlığın ortak vicdanıdır. Ortak vicdanın işlemediği yerde yenilgi kaçınılmazdır. Dikkatlice baktığımızda, sadece Sartre karşısında kaybeden bir Camus yok, aynı zamanda kaybeden şey yaşama umudunun kendisidir! Ve asıl kaybedenler olarak bizler bu intihar karşısında nasıl bir sorgulama yapacağız!