Yeni yılın ilk günleriydi, gecenin bir yarısında telefon çaldı. Eşim Eva: “Hayırdır inşallah” deyip ahizeyi kaldırdı. Bir şeyler konuştuktan sonra telefonu elime tutuşturdu.

- Alo !

- Yeni yılın kutlu olsun Payel, hayırlı Noeller!

- Ooo Ovak’cığım merhaba!

- Ne o uyuyor muydun?

- Önemli değil, sesini duymak, uykudan daha tatlı.

Telefondaki kuzenimdi, Amerika’dan arıyordu. Hoş beşten sonra sağların hatırları soruldu,  ölenler yâdedildi. Fazla para yazmasın diye konuşmayı kısa kesmeye çalışıyordum; ama kuzenim uzun konuşmaya kararlıydı.

- Ya oğlum konuşsana, ha, bir şey söyleyeyim seni sokaktan arıyorum. Kart sıkıştı, bir saattir Avustralya, Fransa, Almanya, Türkiye… Aklıma nere gelirse arıyorum. Anlayacağın, istediğin kadar sohbet edebiliriz, senden sonra birkaç kişiyi daha arayacağım.

Büyük kızından olan torununun büyüdüğünü, küçük kızı nişanladıklarını, İstanbul’da kalsa hala Dolapdere’de arabaların altında sürünüyor olacağını, ekonomik bir sorunları olmadığını, kapısının önünde tam üç tane arabası olduğunu, uzun uzadıya anlatmaya başladı. O bildik Amerikan rüyasını anlatıyordu. Fırında sütlaca benzeyen rüyayı; ama sütlacın üstünü örten yanıktan hiç dem vurmuyordu. Fakat ben, ne kadar gizlemeye çalışsa da, sesinin tonundan yanık kokusunu alıyordum!

Kuzenim bir ara konuyu değiştirdi.

- Payel, hatırlıyor musun? Bir akşam Samatya sahilinde Antepli Restoran’da kafaları çekmiştik.

- Tabi hatırlıyorum.

- Ben İstanbul’dan ayrılmaya kesin olarak karar vermiş, sana da birlikte gidelim, diye ısrar etmiştim. O ara sen, üniversitede okuyordun. Önce ben gideyim; sen, okulu bitirince gelirsin, türünden şeyler söylemiştim. Sen de “Hayır, Ovak ben bu topraklarda doğdum, yine burada öleceğim. Ömrümün son günlerinde bir avuç toprakla bir tutam madımağa muhtaç olmayacağım” demiş, bir toprak ve madımak hikâyesi anlatmıştın. Üstelik hikâyeyi anlatırken ağlamıştın. Doğrusu o zaman ağlamana bir anlam verememiş; duygusallığını, içtiğimiz onca rakıya yormuştum.

- Ne yani, jeton otuz yıl sonra mı düştü Ovak? Oysa demin pespembe şeyler anlatıyordun?

- Ulan, hemen üstüme gelme, fazla da kurcalama. Bak, şimdi senden iki ricam var.

- Söyle, elimden geleni yaparım.

- Birincisi, o toprak ve madımak hikâyesini yazıp bana yollayacaksın. Burada birilerine anlatmaya çalışıyorum; ama ya beceremiyorum ya da bir kısmını unuttum. İkincisi, buraya gelen biriyle bana kokoreç yollayacaksın. Bilirsin ben İstanbul çocuğuyum, madımaktan pek anlamam. Oradan ayrılırken mamam (annem) bizim mezarlıktan bir avuç toprak alıp eşyaların arasına koymuştu. Anlayacağın toprak nasıl olsa var, sen bana kokoreç yolla. Bir şey daha, hikâyeyi anlatırken sakın ağlama, lütfen söz ver bana.

Kuzenimin sesi çatallaşmış, dili dolaşmaya başlamıştı. Çok duygulandığı belliydi,

- Tamam ulan, anladım! Hadi, yeter! Herkese selam söyle. Ağlarım ya da ağlamam, o da benim bileceğim iş, deyip kestirip attım.

Telefonu henüz kapatmıştım ki, elimde unuttuğum sigaranın parmağımı yaktığını fark ettim. Eşimin sesiyle irkildim,

- Hayrola Payel, kötü bir şey mi var? Neden ağlıyorsun?

- Sana öyle geliyor. Hadi sen git yat. Ben bir şeyler yazacağım, dedim.

 

“Garibim her taraf bana yabancı

Dertliyim, çekinme doldur be hancı

İlk önce kımıldar hafif bir sancı

Ayrılık, sonradan kor yavaş yavaş…”

 

Bilemediğim bir nedenle, Selahattin Ünal’ın uşşak şarkısını mırıldanmaya başlamıştım. Sanki bu dörtlük, kafamdaki toprak ve madımak hikâyesiyle özdeşleşmiş gibiydi.

BİR AVUÇ TOPRAK, BİR TUTAM MADIMAK

1970’li yıllar Sivas

Babam Manuk Usta, vilayet konağında valinin kapısını tıklatıyor:

- Girin!

- Hayırlı sabahlar sayın valim.

- Oo hayırlı sabahlar Manuk Usta. Hoş geldin. Kusura bakma, valiliğe kadar yordum seni; ama biraz sohbet etmek istiyorum.

- Rica ederim vali bey, buyurun.

- Kahveyi nasıl içersiniz?

- Vali bey, ben kahveyi fazla sevmem; mümkünse çay olsun.

- Nasıl isterseniz. Manuk Usta, lütfen şu mektubu okur musunuz? Gerçi ben bir cevap yazdım. İstenen şeyleri de hazırladım. Yarım saat sonra, her gün Ankara’ya giden özel kuryeyle yollayacağım. Sizlerden birinin, birkaç satır karalamasının iyi olacağını düşündüm.

- Hayırdır vali bey? Bakalım ne yazıyor o mektupta?

Babam mektubu alıp okumaya başlar:

Hörmetli Sıvaz Valisi

Ben Ağ Değirmen Mahlesi’nde doğdum. Bezirci Tarlasında böyüdüm. Hem öksüz, hemi de yetim idim. Beni, emmimin uşakları böyüttü. Sona 1924'de Amarika’ya geldim. Üç tene oğlum, bi tene gızım oldu. On bir tene de torunum var. Şimcik, 72 yaşımdayım. Biliyorum ki benden çok güçcüksün. Kabul buyurursan sen de benim evladım sayılırsın.

Vali beg oğlum, senden bi iricam var. Egerki bizim maşatlıktan (mezarlık) bi avuç topraknan, bi bişirimlik madımah yollarısan beni berhudar edersin. Hemi de ellerinden öperim.

Burada sorduk. Sıvaz’da Amarikan konsulatı yokmuş. Olsayıdı onlardan ister, sağa zahmet vermezidim. Oralarda kimim kimsem de yoh. Buradaki Türk konsulatına oğlum getti. Onlar da bu istediğimi eger biri Angara’daki Amarikan konsulatına yollarısa, oradaki memırların tez elden buraya göndereceğini söylemişler. Biz de onlara tilefon ettik, söyledik. Onlar da eger Sıvaz’dan biri yollarısa tez elden bize ulaştıracahlarını, söylediler. Onun için ben de bu mektubu yazdırdım. Ben bu mektubu böyük gelinime yazdırdım. Gelinim, çoh eyi Türkçe bilmeyor. Yağnış bi şey yazmışsa gusura galma. Eger yollarısan da sağol, yollamasan da sağol. Emme bil ki, yollarısan böyük sevap etmiş olursun. Eger bir masarifi de varısa, yaz ki yollayam. Şimcikten sağ olasın.

Adıresim şudur:

 

Babam mektubu okuduktan sonra valiye sorar:

- Evet vali bey, ne yapmamı istiyorsunuz?

- Manuk Usta, dün Ulaş’a telefon ettim. Sabah erkenden taze madımak geldi. Şoförümü yollayıp sizin maşatlıktan toprak da getirttim. Hepsini paketleyip hazırladık, şu kâğıda uygun bir şeyler yaz da benim mektupla gönderelim.

Babam, Gücük Apel’in torunu olduğunu, Sivas’ta yaşadığını, şu anda şehirde bilmem kaç hane Ermeni bulunduğunu, hepsinin esnaflık yaptığını, rahat ve iyi olduklarını bildiren bir mektup yazarak valiye teslim eder. Belki mektuplaşmak isteyebilirler diye kendi adresini ilave etmeyi de unutmaz. Babam valinin bu kadirbilirliğini ve insanlığını çok takdir eder.

- Vali bey, gösterdiğiniz hassasiyetten ötürü size çok teşekkür ederim.

- Ne demek Manuk Usta, ne mutlu bize ki yıllar sonra bir hemşerimiz bizden bir istekte bulundu.

 

Bu olaydan birkaç ay sonra, okul dönüşü, babamın dükkânına uğramıştım. Her zamanki gibi neşeyle içeri dalıp selam verdim:

- Kolay gelsin hayrik (baba).

- Hoş geldin oğlum, dersler nasıl geçti bakalım?

- Bildiğin gibi baba.

- Ha Payel, eve gidince mamana (annene) söyle, akşam yemeğinden sonra Bedik dayınlara gideceğiz.

- Hayrola baba, yine Erivan’dan Persa horkurumdan (halamdan) mektup mu geldi?

- Yok, oğlum, Amerika’dan bir mektup geldi; ama kimden geldiğini bilmiyorum, akşam öğreneceğiz.

 

O yıllarda Sivas’ta Ermenice okuyup yazma bilen iki, bilemedin üç ihtiyar kalmıştı. Bunların içinde Ermeniceyi en iyi bileni de rahmetli Bedik dayımdı.

Akşam, hepimiz el öpüp yerlerimizi aldıktan sonra babam, Amerika’dan gelen mektubu Bedik dayıma uzattı. Dayım, başına lastikle bağladığı yakın gözlüğünü özenle gözüne yerleştirdikten sonra okumaya başladı:

Sevgili Kardeşim Manuk Güllüdere,

Ben Agop’un ortanca oğluyum. Nasılsınız, iyi misiniz? İnşallah iyisinizdir. Size çok teşekkür ederiz. Vali beyin yolladığı toprağı ve madımağı aldık. Çok makbule geçti. Ayrıca yolladığınız mektup da bizi çok mutlu etti. Sivas’ta hâlâ o kadar Ermeni yaşadığını bilmiyorduk, çok şaşırdık. Sizleri tanımasak da bir Sivaslı olarak hepinize bol bol selam ederiz.

Mektubunu okuyunca babam: “Bakın, siz üç gardaş bi bacısınız. Bundan böyle, dört gardaş bi bacı oldunuz” dedi. Sevgili kardeşim, babam iki senedir yatalak hastaydı. Yerinden hiç kalkamıyordu. Hele son altı aydır durumu çok kötüydü. Bir türlü ölemiyordu. Yolladığınız toprağı yastığının altına koyduk. Tarif ettiği şekilde, o otu da pişirdik. İki üç kaşık yedi ve öldü…

Evet, kardeşim, babamız öldü, hepimizin başı sağ olsun.

 

Yaşanmış hasreti, damıtılmış acıyı, bir avuç toprakla bir tutam madımağa yükleyen; insan olanın yüreğine taştan bir gül gibi oturan bu anıyı bizimle paylaşan değerli kardeşim Payel Güllüdere’ye gönülden teşekkür ediyorum.