İlan edildiğinde birçok kesim tarafından endişe ile karşılanan OHAL (Olağanüstü Hal) uygulaması ile Türkiye yeni tanışmadı.

19 Temmuz 1987 tarihinde Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van’da başlatılan, 1990 tarihinde 13, 1994 tarihinde 14 ilde uygulanan, 46 kez uzatılan ve 11 Kasım 2002 tarihine kadar devam eden bu uygulamayı daha önce yaşadık.

Süper valileri gördük. Olağanüstü yetkilere sahiptiler. İstediği insanı tutuklayan, sürgüne gönderen, işten çıkarabilen, istediği iş yerini veya kuruluşu istediği zaman kapatan Valilerimiz oldu. Gazete ve yayınların yasaklandığı, istenmeyen haberlerin yayınlanmadığı, televizyonların emirle çalıştığı dönemlerdi. Kürtçe konuşmak yasaktı. Kürt olmak suçtu. İnsan haklarının askıya alındığı, yasaların rafa kaldırıldığı, uygulamaların vahşete vardığı dönemlerdi.

3 binden fazla köy ve mezra zorla boşaltıldı ve kullanılamaz hale getirildi. 3 milyona yakın insan zorunlu göçe tabi tutuldu. Toprağından ve işinden olan bu insanlar yıllarca yoksullukla mücadele etmek zorunda kaldı. Aile düzenleri bozuldu.

20 bine yakın faili meçhul cinayetler işlendi. Daha sonraları açılan mahkemelere baktığımızda bu cinayetlerin yasal görevlilerce işlendiğini ya da desteklendiğini gördük.

16 yıl boyunca uygulanan illerde huzur ve güven kalmadı. Sabah evlerinden çıkan insanların akşam eve dönme garantisi yoktu. Köy ve mezralar gözden uzak olduklarından daha da güvensizdi. Ne zaman neler olacağını kimseler bilemezdi.
Çok ağır vahşetler yaşandı. Gözaltına alınan birçok insan bir daha evine dönmedi. Sokaklarda ölüm basitleşti. 12 Eylül darbesiyle başlayan sıkıyönetim uygulamasıyla birleştirildiğinde 23 yıla uzanan karanlık dönemdi.

Ülkemizde uygulanan her sıkıyönetim veya olağanüstü hal durumlarında ilk yapılan insan hakları sözleşmelerinin askıya alınması oldu.

En çok ihlal edilen insan hakları ise, sokağa çıkma yasakları, gözaltı sürelerinin uzatılması, yargılama sürelerinin uzunluğu ve bu nedenle insanların suçsuz da olsa uzun süreler cezaevinde kalmaları, yaşam hakkı ihlalleri, işkence ve kötü muamele oldu.

22 Temmuz 2015 tarihinden beri Kürt illerinde yaşanan sokağa çıkma yasakları, özel bölge ilanları ve operasyonlar sırasında OHAL uygulamasına gerek duyulmamış, buna rağmen birçok insan hak ihlalleri yaşanmıştı. On binlerce ev ve işyeri yakılıp yıkılmış, bine yakın sivil insan yaşamını kaybetmiş, 3 milyona yakın insan evinden ve işinden olarak kendi ülkesinde mülteci durumuna düştü.

En büyük zararı Diyarbakır Sur ilçesi gördü. 7 bin yıllık tarihi, tarihi eserleri, yaşamı, ev ve işyerleri, cami ve kiliseleriyle adeta yok oldu.

Bir yıldır iç savaş misali yaşanan sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar tüm bölge halkını ekonomik, sosyal ve ruhsal açıdan derinden etkilemişti.

OHAL uygulamasına gerek duyulmadan yapılan bu operasyonlarda yaşananları düşündüğümüzde, OHAL uygulamasına geçildiğinde “neler olur” diye düşününce endişemiz artmakta.

Yaşanan “darbe” girişimi, bu girişimlerin arkasının geleceği söylentileri, “darbe” girişimi sonrası devletin kurum ve kuruluşlarında yapılması istenen temizlik harekatı, açığa alınan hakim, savcı, yüksek yargı, asker, subay, polis ve memurların sayısal büyüklüğüne baktığımızda devlet açısından OHAL uygulamasının kaçınılmaz olduğunu kabul edebiliriz.

Açığa alınanların sayısının büyüklüğü kadar gözaltı ve tutuklamaların da sayısal büyüklüğü endişeleri arttırmaktadır.

Bu tür uygulamalarda “kurunun yanında yaşın da yanabileceği” olasılığını bilmemize rağmen, geçmişte yaşanan “Ergenekon, Balyoz” gibi operasyon ve yargılamaların “aldatılma” olmasını da düşündüğümüzde, yıllar sonra yapılanların “hata” olarak nitelenebilmesi ihtimalini düşündürmekte.

Yaşadığımız son “darbe” girişiminde istihbarat zafiyetinden bahsedilmesi, MİT gibi istihbarat kurumuna rağmen Cumhurbaşkanının ilk haberi eniştesinden alması, açığa alma, tutuklama ve yargılamalarda da zafiyet yaşanabileceğini gösteriyor.

“Darbe” gibi iktidar değişikliğini hedefleyen çok ciddi bir girişimde yaşanan istihbarat zafiyetinin, diğer kurum ve kuruluşlarda yönetim ve karar zafiyetine yol açması kaçınılmaz gibi görünmekte.

Başlangıç tarihinin garip şekilde 1987 tarihinde uygulamaya başlayan OHAL uygulamasının tarihiyle çakışması ve 19 Temmuzda başlaması, bizlere, içeriğinin de benzememesi için umut etmekten başka çare bırakmıyor.

İlk uygulaması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, 15. Maddesine dayanarak ve Fransa örneği alınarak askıya alınması oldu.

“Darbe” sonrası alınan OHAL kararında yapılması gereken artçı darbeleri önlemek için gereken önlemleri almak öncelik olması gerekirken, AİHS’nin askıya alınması, uygulamalarda insan haklarının gözetilmeyeceğini düşündürerek endişe yarattı.

Çıkarılacak (KHK) Kanun hükmünde kararnamelerde “Anayasaya uygunluk” aranamayacağı ve itiraz edilemeyeceği de ayrı bir endişe yaratmakta. Hükümet TBMM’nin üzerine geçmekte, TBMM devre dışı bırakılmaktadır. OHAL uygulamaları sürdükçe TBMM sadece uzatmalar için oylama yapacak, başkaca işi olmayacaktır.

Uygulamaya koyulan OHAL’in çok uzun sürmemesi, uygulamalarda insan haklarının ihlal edilmemesi dileğimizdir.