Yemek yapmayı seviyorum. Son günlerde biber kızartmasına taktım kafayı, biberin kokusu her şekilde hoşuma gidiyor. Pazardan aldığım taze biberleri kafama göre gelişi güzel kesip bol yağın içinde kızartıp üzerine yoğurdu boca ediyorum, görüntüsü, kokusu beni mest ediyor. Biberleri kızartırken aklıma okuduğum bir hikayenin bölümü geliyor derhal. Her seferinde yeniden o paragrafı okurken hissettiğim duygular üşüşüyor üstüme. Sokakta kokuyu duyan karakterin sevinci, evdeki yalnızlığını daha çok hissedişi aklıma kazınmış. O duyguyu biliyorum, sokaktaki tanıdık yemek kokusunun hissettirdiklerini.

Kızartma biz çocuklar için -sevdiğimizden herhalde- ödül gibiydi. Pek yemekten saymazdık, kek gibi bisküvi gibi bir armağandı. Günün ekstrasıydı. Ben de o hikayeyi okurken kendi evimde, doğduğum evden ayrılışımın hüznünü yaşamıştım, galiba o yüzden aklıma çakılmış duygusu.

KAHRAMANI SALATALIK PEYNİR OLAN SANDVİÇLER

Bazı hikayelerde ya da romanlarda bolca mutfaklarda ya da lezzetli sofralarda zaman geçirir kahramanlar, bu hikayenin dokusuna ayrı bir tat katar. Son okuduğum Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanında kahraman viski içmeyi, müziği seviyor. Eski filmlere takıntısı var. Bazen kendini iyi hissetmek için sevdiği filmlerin karakterlerinden birini getiriyor gözlerinin önüne, ya da bir filmi tekrar tekrar seyrediyor kendini iyi hissetmek için. Sevdiği oyuncuyla tanışmak için gelecekte gitmek istediği ülke ve içmek istediği içki planları bile var. Yemekler konusunda ise fazla seçici değil yine de yazar onu yediği soğuk sandviçleri detaylı tarif ediyor. Kahramanı salatalık peynir olan sandviçleri seviyor. Tatlılardan sufleye bayılıyor, bir oturuşta beşten fazla yiyebiliyor adam. Öğünlerini basit atıştırmalarla geçiştirmesi onun ağız tadının gelişmediğini göstermiyor çünkü gayet güzel yemek sosları yapmayı biliyor, bir restoranda sevdiği yemekleri normal insanlardan daha hızlı ve daha çok sipariş edebiliyor. O çok düşünen, işi yüzünden çok çalışan, fazla arkadaşı olmayan bir tip ama bu etrafına karşı ilgisiz ya da çekingen olduğundan değil sadece seçici biri olmasından kaynaklanıyor. Üstelik çok zeki, işi de bunu gerektiriyor zaten. Hayali emekli olduğunda yeterli parası olduğunda sevdiği bir şehirde bir müzik aleti çalmayı öğrenip sevdiği şeyleri yaparak yaşamak, yanında bir kadın ya da bir dost olmasını hayal etmiyor.

Yazarların hikayelerinde yemeklerden fazlaca bahsetmeleri onların yemeğe olan düşkünlüklerinin de bir belirtisi, çünkü yazarlar hikayelerinde kendilerinden izler bırakırlar mutlaka.

PATLICANLAR YAĞDA CIZIRDAMAKTADIR

Mıgırdıç Margosyan, Tespih Taneleri romanında çocukluğundan bahseder. Orada annesinin yaptığı patlıcan yemeğini anlatır, babasının getirdiği karpuzu buz gibi suyu olan kuyuya nasıl sarkıttıklarını. Dış kapının üzerindeki zil babasının kapıyı çalmasıyla çın çın öterken annesinin kızarttığı patlıcanlar yağda cızırdamaktadır. Anlatımında öyle kelimeler kullanmıştır ki sesleri duyarsınız, yemeğin kokusu midenizin guruldamasına neden olur. Kitabın başından kalkabilirseniz derhal mutfağa koşar siz de yemek yapmaya koyulursunuz. İstanbul’a geldiğinde yetimhanedeki arkadaşlarıyla birlikte Sirkeci’nin oralarda gittikleri bir kuru fasulyeci vardır. Siz de onların arasında iştahla yemek atıştırırsınız kitabın satırlarını okurken. Ana o kadar dahil olursunuz ki yıllanmış dükkanın kokusu gelir, sizi yakalar.

DİLE GELİR YUFKALAR

Aynı yazarın Gavur Mahallesi hikayesinde yazar yine çocukluğundan bahseder. Kadınların açtığı yufka dile gelir orada. Merdanenin bir ileri bir geri hareketinde başka türlü dile gelir yufkalar. Onların mutfaklarında çok yapılan bir tür hamur işinden bahseder yazar, kızgın yağda hamurlar inleyerek pofur pofur kabarırlar. İçinize bir pişmanlık, kıskançlık düşer aniden keşke ben de bir köşesinden yakalasaymışım o günleri diye hayıflanırsınız. Bu kadar derin nüfus edemediğiniz için kendi yaşadığınız ana, kendinizi aciz hissedersiniz.

KADINLARIN SARDIKLARI DOLMALAR

Mario Levi, İstanbul Bir Masaldı romanında kahramanlarını anlatır önce inci gibi işlemiştir hepsini, kadınların sardıkları dolmalar, yemek pişirirkenki telaşları, dedikoduları mutfağın bir köşesine çeker sizi, acıkırsınız sofranın davetsiz misafiri olarak sabırsızlıkla beklersiniz kurulmasını.

Hüzün de vardır. Karşılıklı oturmuş iki eski dost çayla bisküvi eşliğinde kaybettikleri zamanı gecikmiş itirafları birbirlerine anlatırlar.

Size Pandispanya Yaptım romanında ise kadınlar anılarını yemeklerle çağırırlar zihinlerine bazen de tam tersi önce anılar, insanlar hücum eder yemek yaptırırlar kadınlara.

Günlerin anlam ve önemini resmeden yemekler de vardır.

Ben kitabı okurken arada kalkıp kitabı yanıma alıp mutfağa gittim. Duygusuyla yemek yapmak sizi pişirdiğiniz yemeğe ve kitaba daha çok bağlıyormuş, onu tecrübe ettim bu okumamda. Yeni anıları olan yemek tarifleri ekledim hafızama, bu başkaları için tuhaf olabilir ama hayalci insanlar için oldukça keyifli ve anlaşılır bir durum.

Size Pandispanya Yaptım romanının kahramanlarından Rahel, kız kardeşi ailesiyle birlikte başka ülkeye gidince, kendisini terk edilmiş gibi hissediyor. Geçmişten taşıdığı, ortak hafızalarının olduğu kız kardeşi ona bir açıklama yapmadan sadece gideceğini söyleyince içerliyor.

Kız kardeşi tekrar ziyarete geldiğinde hala orada olduklarını göstermek için, geçmişi, ortak anılarını hatırlatmak için, evlerinde pişen çok sevdikleri ıspanaklı fasulyeyi pişiriyor kardeşine. Ama kız kardeşi yemeğe istediği tepkiyi vermiyor. Uzun zamandır yememiştim tadını bile unutmuşum, demekle yetiniyor. Belki de kardeşinin ne yapmak istediğini anlamış aralarındaki buzların çözülmesine izin vermemek için böyle davranıyor. Anlatıcının söylediğine göre en çok kendi olduğu anlar ise haşlama köftenin suyuna kocaman bir ekmek bandığı ve yemek sonrasında içtiği kahveden bir yudum aldıktan sonra, bu tat dünyanın hiçbir yerinde yok, dediği an.

Bir de yazar diyor ki ama ben insanların hayata bakışlarının bile o sofralarda ve tatlarda şekillendiğine inanıyorum.

Ben annem öldükten sonra kardeşlerimle düzenli bir arada olabilmek için ailenin büyüğü olarak onları haftada bir evime davet etmeye karar vermiştim. O kadar coşmuştum ki Çerkes yemekleri yapıyordum. Hepimizin sevdiği haluju birkaç kere yapmıştım. Annemin yaptığı gibi olmuyordu, ya çok ince açıyordum hamuru ya da çok kalın, ince olunca bir hamur lapası yiyorlardı, kalın olduğunda lastikten pişmemiş bir hamur. Sonunda en küçük kardeşim, ya iyi güzel toplanıyoruz da ama ne olur haluj yapma demişti, yoksa nefret edeceğim bu halujdan. Ben de balık pişirmeye başlamıştım her Cuma.

Annem ölünce bazı tatlar da çıktı hayatımızdan, onun gibi hamur açıp kızartamıyorum ben. Açacın tadını unutmak üzereyim. Sütlaçla börek yapardı sahur geceleri şimdi sadece bir anı oldu bu birliktelik. Hafta sonları kahvaltıda neşesiz görürse bizi haydi gidin sucuk alın da size sucuk pişireyim derdi. Şimdi evin sıradan bir nesnesi sucuk.

Yemeklerin romanlarda karakterleri anlatmakta tamamlayıcı bir unsur olduğunu Haruki Murakami kitapları okurken keşfetmiştim. Sahilde Kafka kitabında yazar yalnız başına seyahate çıkan kahramanın ruh haline göre, içinde bulunduğu koşulları da anlatmak için kahramanın yediklerini de hikayenin içine katıyordu. Bir süre sefil yaşamıştı çocuk, o yüzden hep hazır küçük kutuların içindeki spagettilerden yiyordu. Hani üzerine şu kaynar su konan, bir yemelik olanlardan. O kitabı okuduktan sonra ne zaman markette o minik makarna kutularına rastlasam, okuduğum kitabın kahramanının ruh halini hatırlarım. O duygu gelir hemen beni bulur.

Murakami’nin Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu kitabında bir giriş vardır, okuyanlar mutlaka hatırlar. Kahraman son derece modern binanın içine girer orada her şey elektroniktir. İnsansız soğuk bir görünümü vardır ama canlıdır bina adeta bir robot gibidir. Tek başına bindiği asansörde hiçbir düğme yoktur, nereye gideceğini bilir ama asansörden indiği katta onu bir kız karşılar o da robota benzemektedir. Konuşması sıcak ve sevecendir ama giysileri özenli fakat fazla özenli olduğu için insansı değildir. Yukarı çıkıp sonra da yerin altına girmek zorunda kalır kahraman, kızın ona verdikleriyle karanlığın içinde, yerin altında bilinmezliğe doğru gider, üstelik onu yakalayacağından korktuğu insan olmayan varlıklardan da korunması gerekmektedir. Sonra profesörün çalışma alanına girer. Adam ona sıcak kahve sandviç ikram eder. Sizin de ayaklarınız yere basar kitapta, insana dair bir yere varmışsınızdır. Tanıdık, hatta dağınık, sandviçle karnını doyuran meşgul bir adam tanışırsınız bir cümlede.

İnsanı anlatan en derin, en mahrem özelliklerden biri yemek yeme alışkanlığı. Bunu romanda görmek de kahramanı fazlasıyla sahici kılıyor.

Alışkanlıklarımız, yaşam şeklimiz, bizim eylemlerimizi kararlarımızı belirliyor. Nerede hayatın içine düştüğümüz, duygusal tarihimiz, ırksal bilinçaltımız şekil veriyor yaşantımızda yaptıklarımıza.

Haruki Murakami romanlarını yazarken kahramanlarının yeme alışkanlıklarını onları tanımlamakta kullanıyor.

Mario Levi ise kahramanlarının duygusal tarihini bu sosla terbiye ediyor.

En güzel örneği de bu konuda gizli anlatıcı bize gösteriyor. Kahraman annesinden öğrenip yaptığı pandispanya için, bu pandispanya ağızda buruk bir tat mı bırakıyor diye soruyor. Bilmem diyor. Eski usul de ondan belki. Kaybedilen evlerden kaldı da ondan.

Tüm hikayenin duygusunun da özeti tam da bu kelimeler aslında.

Güzel günlerde görüşelim efendim.