Türkiye bugün Van depremine kilitlendi.

Felaketin birinci yıldönümünde bilanço çıkartıldı. Kaç binanın, yolun yıkıldığı, nelerin yeniden yapıldığı duyuruldu teker teker.

Her deprem haberinde olduğu gibi…

Gölcük’teki, Düzce’dekiler gibi…

 

Halbuki Van’daki depremin (aslında depremlerin) daha farklı bir yanı yok mu bizim için?

Yıkılan evler inşa edilse de kopmaya yüz tutan bağımız ne olacak?

Her ne kadar Başbakan bugün kardeşlik duygularından bahsetse de şehrin meydanlarında, bu söz gerçekten Vanlıları tatmin etmiş miydi?

 

Biraz hatırlayalım deprem günlerini…

 

Sarsıntının hemen ardından gözler çevrilmişti Van’a.

Ne de olsa ne Gölcük’teki gibi gece ne de Düzce gibi akşamdı.

Van’ı vuran deprem öğle saatlerinde, 13:41’de meydana geldi.

Böyle olunca uzun bir maraton ile karşılaştı haberciler.

Bir de üstüne afet, Anadolu’nun en büyük illerinden birinde olduğu için haber alınacak mecra çoktu.

 

Buna rağmen haber kanalları sınıfta kaldı birer birer…

En “cevvallerimiz” bile daha az görür, daha az duyar hale gelmişti bölgeyi.

Öyle ya yıkım büyükse şehir “tahriklere” açık hale gelebilirdi.

 

Ama tedbir yanlış yerde alınmıştı. Tahriğin en büyüğü sosyal medyada yayılmıştı bile.

Her ne kadar yardımlar da bu platform üzerinden yaygınlaşsa da insanlıktan utandıran ifadeler de burada kendine yer buldu.

Hakkari’de 24 askerin ölümünden sonra gelen deprem ile bağlantı kurmuştu bazı karanlık zihinler.

Nefretlerini kusmuşlardı twitter’da.

Hatta daha da ileri gidip yardım paketlerine taş, bayrak koyanlar olacaktı

Ama bu tehlikeli mantık sadece sosyal medyada kalmadı.

 

Önce Habertürk’te Duygu Canbaş – daha sonra sözlerinin yanlış anlaşıldığını savunup özür dilese de – haberin geldiği merkezle ilgili imada bulundu.

Ardındansa ATV’de Müge Anlı açıkça depremde zarar gören sivil halkın durumu ile PKK arasında ilişki kuruyordu.

 

Tepki geldi elbet ama hak vereni de çıktı onlara…

 

Başbakan Erdoğan da ayrımcı dili açıkça eleştirenlerdendi ancak devletin yetersizliğini kabul etmedi ilk anda.

Önce çadır kuyrukları uzadı kilometreler boyunca…

Ardındansa buz gibi havaya karşı tüp sırası…

Fakat eleştirilere kulaklarını kapadı Başkent.

Ta ki kendi değerlendirmesini kendi yapana kadar…

Böylece Ankara, yönetici kadrosu değişse de “Türkiye’ye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” ruhunun hala aynı hızda damarlarında gezdiğini hissettirdi ülkede yaşayanlarına…

Erdoğan, iki gün sonra geçti kameralar karşısına ve “İlk 24 saatte başarısızlık oldu” dedi ama hemen ardından ekledi: Bu tür olaylarda artık bu kadar eksik de bu kadar hata payı da olacaktır!

 

Halbuki en önemli eleştirilerden biriydi, Türkiye’nin yurtdışından yardımı kabul etmemesi. Doğu sınırındaki komşu ülkeler çok daha yakındı ülkenin batı illerinden. Ancak konuyla ilgili hükümet adına açıklama Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’dan gelecekti: Tabii öncelikle kendi potansiyelimizi görmek amacıyla arama kurtarma yardım ekipleri bekletildi!

 

Yani bir hata değildi söz konusu olan. Lakin potansiyel görülsün diye bekletilen dış yardım hayati önem taşıyordu. Ne de olsa enkaz altındakilerin çıkartılmasında zamanla yarışılıyordu. Bunun ilk emsali Yunus olacaktı.

 

Küçük çocuk omzunda bir cansız bedenin kolu altından bakıyordu dünyaya. Ancak bu onun son bakışı olacaktı. Yolda hayatını kaybedecekti. Fakat küçük Yunus nereden bilsin son anına dair bu fotoğrafın aylar sonra AK Parti İl Başkanı Abdullah Aras tarafından Erdoğan'a hediye edileceğini…

 

Sadece bu kadar mı? Değil elbet. Yardımlar sırasında bol bol tartışma yaşayan, koordinasyonda Valilik ile sürekli sürtüşmesi medyaya yansıyan BDP’li belediye zaman geçecek, soruşturmalardan payını düşen alacaktı. KCK soruşturmasından Belediye Başkanı Bekir Kaya hapse girecekti.

 

Bu uzun listeye dönüp bakıldığında bugün hala depremden ders aldığımızı söyleyebilecek miyiz