Sırf biraz gir de yüksel diye, aralık bırakmıştım kapımı. Ne çöl kaldı, ne ada. Ne de vahaların doyuramadığı o kutsal seyyah. Bulmayacağını bilerek aramak, gönle ne ağır yükmüş. Bir güzel bakışı, sıkı bir sarılışı, şefkat sanmak. Ne tamu yâr olur o dervişe, ne uçmak. İşte o küçük kutuda, sen ve ben, biraz ışık, biraz aşk… İhtişamla gülümseyen, parıldayan ve göz kamaştıran kitap ekleri gibi dağılıyor ellerimde…

Yeryüzünün okuduğum tüm meydanlarında, içime düşen nar, kanar ha kanar. Çektiğim her çekmecede, ayrı renk bir işkence. Savaşacak değirmen bulamıyorsun bazen. Hayat kendi hızında, akıp gidiyor öylece, sen yandaki dallara tutuna tutuna, çaresizce sürükleniyorsun. En büyük ezadır, ilham yoksunluğu. Bazen lanetlenmek gibi, bazen de, yepyeni bir dine kabul edilmek gibi, bu sıkılganlık ve uzaklaşma.

Affettirmesen de affettim, sevdirmesen de sevdim. Öyle tarifsiz ve benzersizdim. Yarım kalan her efsane gibi, sihri kesilmiş, suyu dökülmüş. Tufan olacağı belliydi, güneşi geri getirdiler benim için. Sözlerini sakla, ellerini uzat. Sersem olma, hevesin nerede? Söylen güzel. Aldığın yere bırak umutlarımı. Gülmüyorum şimdi. Bir de güldüğümü düşün. Ve korkmadığımı...