İmralı Heyeti Sözcüsü ve HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Musul ve etrafında yaşanan sıcak gelişmeleri değerlendirirken Türkiye’nin politikalarını eleştirdi. Önder, “Türkiye’nin söylediklerinden çok söylemedikleri önemli. Kürtler gün yüzü görmesin ne olursa olsun. Söylenmeyen şey bu” diye konuştu.
 
Sırrı Süreyya Önder, DİHA’dan Kenan Kırkaya ve Selman Güzelyüz’ün sorularını yanıtladı:
 
* Aylardır konuşulan Musul operasyonu başladı ve Türkiye ile Irak arasında yaşanan bir gerginlik var. Gelişmeleri HDP nasıl değerlendiriyor?
 
Musul’u hem ayrı bir başlıkta ele alabiliriz hem de bütün bölgeyi ilgilendiren yönüyle. Böyle kritik iki yönü var. Musul’u konuşmuş olmakla bütün bölgeyi konuşmuş oluruz. Bölgeye dönük tutum geliştiren bütün ülkeler ve blokların yaklaşımı bu politikaların fikir verici bütün emarelerini içeriyor. Türkiye’nin yaklaşımı şudur: Musul’u Kürtlerin denetimi ve varlığından uzak tutan bir inşa ve eğer mümkünse işgal sürecine tabii tutmak. Bu Türkiye’nin pratiği.
 
Batının pratiğine baktığımızda bu yüzyılın felaketi olan enerji kaynaklarını denetimlerine alma gerekçesiyle operasyondan bahsediyoruz. Bu koordinatların içerisinde en insani ve bir yönüyle de bu karmaşaya cevap olabilecek en siyasi önerme bir reddiyeyi ve önermeyi içermek zorunda. Reddiye şu; Musul mezhep bazlı bir savaşın ve yeniden inşanın konusu olamaz. Önerme daha bütün bu işgaller yaşanmadan, çok öncesinden Sayın Öcalan’ın yaptığı çözümlemeler ve önerilerdir. Ondan daha çözümleyici henüz hiçbir önerme dile getirilmiş değil. Bundan daha demokratik ve çözüm odaklı bir önerme geliştirilmiş değil.
 
* Nedir bu önerme?
 
Demokratik temelli, bizim de bölgeye demokratik bir teklif sunma başlığı altında özetlediğimiz yaklaşımdır. Burada halkların, inançların kendileri olarak yaşayabilecekleri ve birbirlerine hegemonik bir alan dayatması içerisinde olmayacakları bir düzlem yaratmak zorundasınız. Demokratik teklif bunun adıdır ve tek adıdır. Orası tek başına Kürtlerin denetiminde olursa da sorun çözülmez, Şii ya da Sünni İslam’ın denetiminde olursa da sorun çözülmez. Orada Kürtler, Türkmenler, Süryaniler, kısmen Ezidiler, Araplar yani Ortadoğu halk coğrafyasının bütün belirleyenleri Musul’da var ve tarihsel bir gerçekliğe tekabül ediyor. Yani bir operasyon ile oraya götürülmüş değiller. Hal böyle iken bunların içinden sadece birinin belirleyen olduğu bütün önermeler gayri insanidir. Bütün bunları Cizir Kantonu (Suriye’nin kuzeyinde) nasıl çözdüyse Musul’da da öyle çözülmek zorundadır. Bütün halkların kendileri olduğu demokratik tabanlı bir birlikteliği…
 
* Cizir modeli mi öneriyorsunuz?
 
Daha birçok şey konuşulabilir ama Cizir örneği vermemizin nedeni, Musul’un bugünkü halinde Cizir’de de başka türlü yapılar zuhur edebilirdi. Ama Sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik yapılanma birlikte ve eşit olarak yaşayabilme durumu üstelik savaş koşullarında çok başarılı geliştirildi. Bu örnek geliştirilebilir kuşkusuz kendi özgünlüğü içerisinde değerlendirilmeli ama temel hukuksal ilke arıyorsak Musul için de bütün bölge için de temel alınabilir.
 
* “Orada demografik yapı değiştiriliyor buna izin vermeyiz” şeklinde Türkiye’nin yaptığı açıklama ne anlama geliyor?
 
Türkiye’nin söylediklerinden çok söylemedikleri önemli. Bakıyoruz A, B, C planı gibi alfabenin bütün harflerini sıralama eğilimleri ile söylenen şeyin incir çekirdeğini doldurmadığını görüyoruz. Söylenmeyen şey ne? Kürtler gün yüzü görmesin ne olursa olsun. Söylenmeyen şey bu. O yüzden Türkiye’nin resmi tezlerini değil, perde arkası o Kürtleri dışlayan Kürtsüz çözümlere yönelimi önemlidir.
 
* Savaş gerçeği var bu savaş gerçeği sorunları çözer mi?
 
Nerede çözmüş ki orada çözsün… Savaş gerçeği tarihten bildiğimiz klasik tanımına göre, uzlaşmaz çelişkilerin silah yoluyla çözülmesidir. Ama gelinen aşamada, tarafların bulunduğu yeri tahkim etme, kaybetmeme ya da nispi bir alan genişletmesi mümkün olabilir savaşla. Çözüm burada değil. Ortadoğu halklarının gerçekliğine savaşla getirilebilecek hiçbir çözüm yoktur. Kuşkusuz imha ve tehdit altında olan halkların varoluş haklarını savunmasını reddeden bir değerlendirme yapmıyorum. Bir halk imha ve yok olma tehdidi altında hissediyorsa kendini, orada her şey meşrudur. Ama geneli tartışıyorsak daha kapsayıcı ve çözümleyici bir şey önermek zorundayız.
 
* Her yol meşrudur derken?
 
Kendini savunmasından bahsediyorum.
 
* Peki, TSK uçaklarla YPG’ye saldırdı bunun Musul’da yaşananlarla ilgisi var mı?
 
Tam da biraz önce bahsettiğimiz, “Kürtsüz çözümü dayatma” ve bunun odağında olma tutumunun sonucudur. Elbette ilişkilidir ve belki sadece onunla ilişkilidir. Çünkü orada YPG gerçeği yıllardır var ve dünyanın saygınlığını kazanacak bir şekilde savaş ile tahkim ettiği öz alanlarını demokrasi ile yaşatma gibi bir pratiğin içerisindedir. Bunu binbir türlü tehdit ve imha olma tehlikesi altında başardılar. Bu kolay bir şey değildir. Kendini savunma bir reflekstir. Savunduğun yerleri inşa etmek olmazsa olmaz bir aşamadır. Ama savaş koşulları altında demokratik kriterler çerçevesinde ve demokratik ulus perspektifi ile bunu yapmak her yapılanmanın harcı değildir.
 
Bu içinde bulunduğumuz yüzyılın temel yaklaşımı olacaktır. Vaktinden çok önce uç vermiş pratiklik kazanmış bir yaklaşımın sonucudur. Ulus devletlerin bir doğal ömrü var ve bu tükenmiş ömrü silah zoruyla devam ettiremezsiniz. Hayatın gerçekliğine cevap verecek siyasal önermeler ve tutumlara ihtiyacınız vardır. Bu gerçekliği karşılayacak. Demokratik ulus tanımı tam da böyle bir şeydir. En acımasız koşullarda kendine bir pratik yaratma gerçeğine sahiptir.
 
* Rojava’ya yönelik saldırılar devam ederse neye yol açar?
 
Çözümsüzlüğü derinleştirir, toplumsal insani faturayı ve maliyeti büyütür. Ama çözüm anlamında hiçbir şeyi geliştirmez. Bir müddet daha Türkiye’nin hezeyanları devam eder ve umarım ki büyük bir fatura topluma ödetilmeden, savaşı reddiye ile Türkiye’yi bundan alı koyma güçleri devreye girer. Bundan kastettiğim, demokratik savaş karşıtı cephedir. Bütün kamuoyu bu konudan sorumludur.
 
* Bu gerginlik ile birlikte başkanlık konusu gündeme geldi. Bunlar nasıl bir ilişki içerisindedir?
 
Uzaktan bakana, tarih ve felsefe bilmeyene birbirinden uzak bir saçmalık dizgesi gibi görünür. Bildiğimiz genel doğru var. Askeri olarak test edilmeyen siyasi güç, siyasi güç değildir. Tam da Türkiye ya da Başkanlık ismi altında bu dikta rejimini talep edenler bunun askeri olarak bir güce tekabül etmeden olmayacağını bilmiyorlar. Bölgeye yönelim bunun bir eseridir. Çağımızda meydan muharebeleri yok. Neredeyse siber saldırıların gelişmeleri şekillendirdiği bir çağda yaşıyoruz. Ama bu efelenmeler, bu alan genişletme çabaları, tamamen içeride bu tek adam ya da dikta rejiminin siyasal formülasyonuna askeri bir gerekçe ve zemin oluşturma çabasıdır.
 
* Bunu biraz daha açarsanız. Yani “Başkan” rüştü mü ispatlamaya çalışıyor?
 
Salt başkan ile sınırlamak yetersiz bir açıklama olur. Büyük sermaye ne istiyor ona bakmak lazım.
 
* Büyük sermaye savaş mı istiyor?
 
Savaş istiyor, çok açık. Sadece Türkiye’de harp ve savunma sanayinin son 5-6 yıllık büyüme göstergelerine baktığınızda ayan beyan görürsünüz. 17-18 kat büyümüş, adına savunma denilen savaş sanayi. Eskiden gıdadan tutun tekstile, başka alanlarda faaliyet yürüten birçok tekel şuanki faaliyet alanları ve gelirlerinin yarısını savaş sanayine yaptığı yatırımlardan elde ediyor.
 
* Başkanlık meselesinin gündeme gelmesi de ilginç. 7 Haziran öncesi “HDP Meclis’e girerse AKP ile ittifak yapacak başkanlığı hediye edecek” gibi muhalefetten eleştiriler vardı. Bugün konuyu MHP gündeme getiriyor. CHP’den aman aman bir karşı koyuş yok…
 
İşleri içinden çıkılamaz bir hale getir, sonra bunların çözümü için bir mucizeye bel bağla. Bu bizim halkların genetik kodlarında var. Şimdiye kadar kurtarıcı motifine yaslandığını görüyoruz. Türkler de, Kürtler de başçı milletlerdir. Fakat bunun bir siyasi önermeye dönüşmesi geçmişe referans değildir geçmişi ihya etme çabasıdır. Çünkü çağın paradigması değişmiştir. Çağın genel çelişkileri, çatışma alanları ortaya çıkan tabloya baktığımızda gücün merkezileşmesi, sorunları daha çok ağırlaştırmaya yol açar. Tam tersine bizim siyasal düzeyde ilkesel olarak gündeme getirdiğimiz şey gücün bu kadar merkezileşmesine bir reddiye, karar süreçlerinin ve tamamen tabana, halka ve yerele yayılması demokratik özerklik dediğimiz şey ve bunun salt ulusal ve etnik tabana dayandırmadan bütün Türkiye’ye yayılması için önerdiğimiz şey tam da yerelin karar süreçlerindeki etki ve ağırlığını çoğaltma meselesidir.
 
* Yani şunu anlıyoruz, “Biz kimin başkan olacağı ile ilgilenmiyoruz, bu modele karşıyız, Selahattin bey de başkan olsa karşıyız” mı demek istiyorsunuz?
 
Kesinlikle tam olarak bu. Meseleyi biz şahıslar üzerinden tartışmayız, bu geri ve ilkel bir tutum olur. İlkesel tutumumuzdur parti programımızda var ve buna dönük siyasi felsefi, tarihsel birçok değerlendirmenin ışığında ilkeselleşmiştir. Neredeyse son 15 yılımız bunun tartışılmasıyla geçmiştir. Bu konudaki rezervi, siyasi birikim ve önerme skalası en geniş ve belki tek siyasi yapıyız. Biz meseleyi falancanın başkanlığı ya da onun başkan olmaması aralığında tartışamayız. Bizim için yetki ve karar süreçlerinin bu kadar merkezileşmesi felaketten başka hiçbir şey doğurmaz ve demokratik niteliği yok. Bu iki temel gerekçe ile eğer bir başkanlık sistemi temel alınacaksa bile bunun yerellerin karar süreçlerindeki yetki ve ağırlığının ancak tartışılabileceğini…
 
Yani?
 
Yani otonom bölgeler oluşur, bölge meclisleri oluşur, kendileri için karar hüviyetine gelirler, o zaman bu tartışılabilir. Kabul edilebilir bile demiyorum. O zaman tartışma değeri olur. Ama bu olmadan zaten merkezileşmiş gücün böyle bir yerde temerküz etmiş gücü daha da merkezileştirerek tek bir kişiye bağlamak toplum için hiç bir rahmet çıkmaz, zahmet çıkar.
 
* MHP’nin bunu gündeme getirmesini, 7 Haziran seçimleri sonrasında oynadığı rol üzerinden de değerlendirdiğinizde ne görüyorsunuz?
 
MHP önemsiz, bir siyasi ağırlık değeri yok, çünkü gündemini kendisi belirleyecek bir nokta değil. MHP üzerinden konuşmayı kendisinin taşıdığı ağırlıklı doğru orantılı değil. Bütün siyasi programını bir Kürt nefreti üzerine inşa etmiş bir yapıdan siyasi yelpazeden ağırlık beklemek doğru değil. Niye çünkü bu siyasi söylemi zaten AKP devraldı. AKP masayı devirmekle, çözüm sürecini devirmekle elinden aldı. MHP’ninki elinden alınan bu enstrümanı bu çıkışlarla yeniden alma, gündem belirleyebilme nosyonuna sahip olma çırpınışıdır.
 
* Peki CHP?
 
CHP’nin tutumu çok önemli ve değerlidir. Çünkü CHP’nin tabanı kesinlikle demokratik niteliğini kaybetmemiş insanların ağırlıkta olduğu bir taban. Bir başka açıdan Alevilerin kendilerini ifade edebildiği iki siyasi yapıdan biri. Biri HDP diğeri CHP. O yüzden CHP’nin geliştireceği politik tutumlar bu sürecin gidişatını belirleyecek önemde. Ama orada bir siyasi yaratıcılık ve demokratik bir tutum görüyor muyuz? Bugün için bu değerlendirmeyi yapmak güç. Fakat enerjimizi onları bu girdaba kaptırmak yerine bu demokrasi blokuna çekmeye yönelik bir rol oynamamız gerekiyor.
 
* Bir de El Nusra meselesi var. Cumhurbaşkanı, Putin’in El Nusra’yı Halep’ten çekmesini kendilerinden rica ettiğini söylüyor. Bu ne anlama geliyor?
 
Rica kısmı önemli değil. Onun ardından “Biz de arkadaşlara gereğini yapın dedik” denilen kısım önemlidir. Biz yıllardır bu tezi dile getirdiğimizde “Bize iftira atıyorsunuz” diyen herkesin dili ağzına kaçmış durumda. E bizim söylediğimiz buydu işte. Siz arkadaşlarınıza gereğini yapın demekle bir çeteye istediğiniz formu verebiliyorsanız, mesela bir savaş alanından çekmeye ya da sürmeye muktedirseniz o zaman bizim 2-3 yıldır söylediğimiz şeyleri kabul etmiş oluyorsunuz. El Nusra dediğiniz El Kaide’dir. Onun için bazen bu tür boşluğa düşmeler…
 
* Boşluğa mı düşüldü bilerek mi söylendi?
 
Bence boşluğa düştü. Yoksa bu söylenen vahim bir şeydir. Rusya bunları dillendirdi mi, bunlar genellikle ülkelerin kapı arkasında konuştukları şeylerdir. Çünkü savaş suçuna varana değin, bir dizi yaptırımı içerir. El Nusra terörist örgüt olarak kabul ediliyor, bütün uluslararası kuruluşlar tarafından kabul ediliyor. Tescillenmiştir. Bir boşluğa düşme olarak değerlendiriyorum. Ama çözüm bizde, halkların itirazı yükselmezse bu uluslararası kuruluşların hiçbiri serçe parmağını kımıldatacak mecalde değil.
 
* Olumsuz bir gidişat var. Türkiye nereye gidiyor?
 
Yaşanan koşullar Türkiye’de tarihte hiç olmadığı kadar ağır. Ham bir iyimserlik göstermeye gerek yok. Bölgede bugüne kadar yaşanmamış ağırlıkta bir durum yaşanıyor. Umutlu olmamız için gerekçeler var. Şırnak halkına bakmak umutlu olmaya yeter. Bir kent yok edildi, muhacir edildi ama ona rağmen “Ben bir yere gitmeyeceğim, kentimi, kültürümü, habitatımı yaşatacağım” diyen bir Şırnak halkının duruşu var. Bu bizim umutlu olmamıza yeterlidir.