1994 yerel seçimlerinin ardından kaleme aldığım “Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisi’ni Anlamak” adlı kitabımın ana tezi, o günlerde sanılanın (ve korkulanın) aksine RP’nin amacının ülkede varolan sistemi değil de bunun oyuncularını değiştirmek olduğuydu. 1995 Aralık seçimlerinden birinci parti çıkmasına rağmen, gecikmeli bir şekilde, o da sadece bir yıl hükümette kalabilen RP, istese bile kurulu düzeni değiştirme imkanı bulamadı.

Dolayısıyla “oyunu değil oyuncuları değiştirmek istiyorlar” şeklinde özetlenebilecek olan tezimin doğru olup olmadığını anlamak için AKP’nin 10 yıllık iktidar dönemine bakmak doğru olacaktır. Bilindiği gibi bu 10 yıl büyük ölçüde siyasi iktidarın üzerindeki vesayetlerin kaldırılması mücadelesiyle geçti. Her biri hayli zorlu geçen bu süreçler sonucunda hem TSK’nın, hem de yüksek yargının hükümet üzerindeki kontrolü büyük ölçüde tarihe karıştı, çok da iyi oldu. Ama bunun ötesine gidilemedi.

Şöyle ki yıllardır sözü edilen profesyonel orduya geçilemedi, bir ara yeşil ışık yakılır gibi olan vicdani red hakkının önüne yine engeller çıkarıldı ve en önemlisi, askeri vesayetin sonlandırılması sürecinde kıyasıya eleştirilen TSK’ya, özellikle son YAŞ’tan sonra yeniden bir tür dokunulmazlık bahşedildi. Nitekim yakın bir zamana kadar her vesileyle TSK’yı hedef tahtasına oturtan bazı kişilerin son günlerde sık sık “aman askerin moralini bozmayalım” türü çıkışlar yaptığını görüyoruz.

Tıpkı düne kadar her türlü yargı organını (büyük ölçüde haklı nedenlerle) sistemli bir şekilde sorgulayıp suçlayan kesimlerin, anayasa değişikliğinin ardından oluşan yeni HSYK ile birlikte “bırakalım bağımsız yargı işini yapsın” diyerek hukuk devletiyle bağdaşmayan her türlü uygulamaya açık çek vermesi gibi.

Medyada da eski düzen

Benzer bir durum, Türkiye’deki oligarşik yapının en kritik parçalarından olan medyaya baktığımızda da karşımıza çıkıyor. Yıllarca sistemle iç içe geçmiş bir medya düzeninin birinci derecede mağduru olmuş bir siyasi kadro, bu ortamı demokratikleştirmek, yani medya sahiplerinin diğer sektörlerdeki ekonomik faaliyetlerini, tabii öncelikle devletle olan ilişkilerini sınırlamak yerine onları kendisinin birer uydusu yapmayı tercih etti. Daha önce de yazmış olduğum gibi, dünden bugüne ülkemizin medya düzeninde değişen tek şey, medyanın devleti yönetenleri belirlemesinin yeri devletin medyayı yönetenleri belirlemesinin almış olmasıdır ki buna demokrasi denemez.

YÖK, RTÜK, diğer “özerk” kurumlara vb. baktığımızda da, bu yapıların dile getirilen eleştiriler ışığında yeniden yapılandırılmasından ziyade, varolan yapıların muhafaza edilip sadece yöneticilerinin değiştirilmiş olduğunu görüyoruz.



Bu “oyunu değil oyuncuları değiştirme” çizgisinin eleştirilecek nice yönü var, ama şimdilik, son Uludere Roboski faciasında yaşadığımız bir “sakınca”sına dikkat çekmekle yetinelim:

Bütün oyuncuları değiştirdikten sonra, bu tür vahim hataların ardından devlet içinden suçlanacak kimse kalmıyor. Sorumluluğun MİT’e yüklenmesi gayretlerini tabii ki biliyorum, ama Başbakan Erdoğan’ın ilk günden itibaren bu seçeneği net bir şekilde reddetmesini daha fazla önemsiyorum.

Sonuçta Roboski faciasının, artık “oyun”a odaklanmak gerektiğini, yani Türkiye’deki mevcut sistemin “biçimsel” değil özde köklü değişikliklere muhtaç olduğunu hükümete göstermiş olduğunu düşünüyorum.