“Azizler ve Alimler” romanı edebiyat kültür kuramcısı Terry Eagleton’un tek ve ilk romanıdır. İrlanda kıyısında bir kulübede Ludwig Wittgenstein, Nikolai Bakhtin, İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun lideri Cames Connolly ve bir roman kahramanı olan Leopold Bloom bir araya gelir ve bol küfürlü felsefi sohbetler yaparlar. Romanın sonlarına doğru zoraki bir konukları olur, savaştan kaçarken karısını başka bir adama kaptıran bir sütçü de onların arasına katılır.
 
Kendi aralarında hayattan, iktidardan felsefeden bahseden bu adamlar sütçünün derdini önce küçümserler. Adamın karısı kaçmıştır ve adam karısını geri istemektir. Ülkede savaş vardır ve adam sevdiği karısının derdine düşmüştür. Adam onlara bir söylev çeker, temsil ettiği halkın da kendine göre birer felsefesi olduğunu söyler düşündükleriyle, kendilerini onlardan üstün gören konumları yüzünden o kulübede saklanıp derin sohbetlerle ayrıcalıklarının altını tekrar tekrar çizen adamlara. Onlar da ağızları açık dinlerler.
 
Yazar kitap boyunca çeşitli kültürlerden olan adamları hayat hakkındaki söylemleriyle birbirleriyle çatıştırmış sonra da sıradan hayatın içinde yaşayan ve egosunu hiçe sayıp kendisini terk eden karısını hala sevdiğini ve geri istediğini yana yakıla anlatan, tüm derdi o olan adam karşısında nasıl söylemlerinin sıfırlandığını gösterir okuyucuya.
 
Kitap eyleme geçmemiş fikirlerin, eylemden fikre dönüşen gerçeğe yenik düşmüş haliyle son bulur.
 
Tecrübeyle kazanılan fikirler formüller gibidir. Birçok soruya anahtar olur.
 
Uzun zamandır duygularımı kelimelere dökememe sıkıntısı yaşıyorum. Bir türlü denk gelmiyorlar.
 
Sütçü hikayesini anlatma sebebi hislerime birazcık tercüman olacağına inandığımdan.
 
Dün Van’da bir patlama gerçekleşti. 49 insan yaralandı.
 
Patlamanın sesinin tüm Van’da duyulduğunu söyledi muhabir, haberlerde olay yerinden bilgi verirken. Tüm Van halkı patlamayı hissetti dedi.
 
Cumhurbaşkanı belediyelere kayyum atanmasında geç bile kalındığını söyledi, görevlerini yapmak yerine PKK’ye yardım eden belediyelerin halka hizmet etmediğinden bahsetti.
 
Devlet yetkilileri kayyum atandıktan sonra önce Kürtçe tabelayı kaldırıp Türk bayrağını göndere çektiler gururla.
 
Kayyuma itiraz etmek için belediye önlerinde toplanan halkla polis arasında çatışmalar yaşandı.
 
Devletin belediyeden önce hizmet vermesi gereken sorumlu olduğu halka kayyum atamaktan başka bir alternatifle neden gitmediğini bilmiyorum.
 
Oralarda görevliler yargılanmalı yeniden seçim yapılmalıydı.
 
Kanunlar durumu ehlileştirmek için var olmalı, toptan imha etmek için yapılmıyordur herhalde.
 
Beni en çok rahatsız eden halkın duygularının görmezden gelinmesi. Yok farz edilmeleri.
Her insan ait duygusuyla yaşar.
 
Sabahları kalktığımızda çoğumuz aynaya bakar saçımızı taramadan güne başlamayız. Beğenilmek, sevmek, sevilmektir arzumuz.
 
Çocuk doğururuz sevgimizin nişanesi olarak, sevişiriz.
 
Kimse evladından sonra ölmek istemez.
 
Onların bizim hayallerimizi geleceğe taşıyacağına inanırız.
 
Uzun zamandır bu ülkede insanlar evlatlarının acısıyla yaşamak zorunda bırakılıyor.
Özellikle Kürtlerin birçok yandan çekiştirildiklerini düşünüyorum. Üstelik hiç kimseye yaranamıyorlar.
 
Acıları görmezden geliniyor.
 
Kanunlara uymak zorundalar, vatandaşlık görevlerini yerine getirmeleri isteniyor ama kimse onların ne düşündükleri ne hissettikleri ile ilgilenmiyor.
 
PKK devlete kızıyor istediğini yaptırmak için çocuklarınızı okula göndermeyeceksiniz diyor. Devlet diyor ki çocuklar okula gidecek.
 
PKK eylemlerimize artık şehirlerde devam edeceğiz hendekler açacağız diyor. İnsanlar evlerinden ekmek almak için sokağa bile çıkamıyor. Kaldırımda yatan cenazelerini bir hafta seyretmek zorunda kalıyorlar.
 
Yaşadıkları şehirler güya onların özgürlükleri için darma duman ediliyor. Sonra o yıkıntıların arasına yaşamak için geri gönderiliyorlar.
 
Diğer insanlar seyrediyor.
 
Devlet sanki yeni iş imkanı açılmış gibi yıkılan şehirlerde  boş arazilermiş gibi apartmanlar inşa etmeye kalkıyor.
 
Tıpkı 15 Temmuz’daki darbe girişiminde iki dostun kavgasında arkadaşların hasar alması gibi PKK ile devletin çatışmasında Kürt halkın yaşadığı yerlerin talan edilmesi.
 
Yavuz Ekinci’nin Cennetin Kayıp Toprakları kitabında baba ile oğul terk etmek zorunda kaldıkları köylerine geri dönmüşlerdi. Çünkü evin annesi ölmeden önce köyüne gömülmeyi vasiyet etmişti. Bin bir zorlukla köye geldiklerinde oradaki karakolun askerleri onları tutuklamıştı. Orada komik olduğu kadar acınası bir sahne vardı. Arabanın üstündeki tabuttan korkmuştu askerler çünkü içinde bomba olduğundan şüphelenmişlerdi Kadının gömülmesine izin vermedikleri için cesedi kurtlanmıştı.
 
Büyük bir hayal kırıklığı ve utançla geri getirmişti oğlu annesinin kurtlanan cenazesini şehirdeki eve. Sonra annesinin vasiyetini yerine getiremediği için beslediği kuş kafeslerinin olduğu odada annesinin tabutunun üzerinde bir sandalye yardımı ile kendisini odanın tavanına asmıştı.
 
Gürültüye odaya koşan torun ise babasının cansız bedeniyle karşılaşmış onu ipten kurtarmak istemiş adamın ağzından akan salyalar yüzüne değdiğinde tiksinmiş ve tiksintisinden utanmıştı. Babaannenin ise cesedindeki kurtlar almış başlarını tabuttan çıkmış salınarak evin döşemesinde gezinmeye başlamışlardı bile.
 
Batman’da yaşayan Yavuz Ekinci, acı çeken insanların hikayelerine bizim gibi uzaktan seyir edenlere, bu romanının kahramanları sayesinde bıçak gibi değen gerçeklerle yüzleştirmeyi başarıyor. 
 
Ben de edebiyatı vesile edip anlatmakta yetersiz kaldığım duygularıma tercüman olsun diye sizinle paylaştım.
 
Güzel günlerde görüşelim.