"Gidenin arkasından gelen, gideni bulacak mı zannediyorsun?" diyordu zannetmeyerek...

Çocukluk yıllarımın en hatırımda kalan aşkıydı yaşadıkları. Bir şaire en çok yakışan duyguydu üç harften dünyalar yaratmak...

Bir kızın bebeğinin adındaydı artık Piraye'si.

Hep bir adanış değil miydi oysa aşk!

Sözcüklerin ulaşamadığı şehirlere şiirler gönderebilmek, gözlere sığmayan hisleri kelimelerle denemek ve umutla sevgiliye armağan etmek. Bendeki tam karşılığı buydu belki de aşkın. Sancılarla yaşarken sanrıların büyüsünde kaybolmak en kutsalıydı belki de.

"Benden önce gitme" diyordu... içinde en derin anlamları barındırarak.

Bencil olamazdı oysa bir şair ama nedendi bu esarete alınmış benciliyet...

Anlamak için yaşamak gerekiyordu belki de...

Yaşanan en tutkulu sevdalarda anlı ansız sorguladığımız bir iç savaştı kaybetme korkusu. En acımasız en bencil kılan en güçlü duygu istilası.

Karşı koyamadığımız bir düzendi kaybetmek. Yaşadıkça sol yanımızı istilasına alan. Belki de bu yüzdendi; zihnimden hep rötarı olan trenlerin kalkması, yüreğimde martıları uyandıran Eminönü vapurları ve dilimde uzun yol otobüslerinin molasında içilen çorbanın tadı. Kaybettiklerime adanıştı hayalimdeki Büyük Ada'nın faytonları... ve ben bilmiyordum kaybettiklerim hangi istasyonda? Hangi garda? Hangi terminalde bekliyorlardı.

Aşk'ın, adanışın, sevginin en büyük tutkusuydu bencillik, gidişe ve yok oluşa dair.

Sevdiğinin ardından el sallarken bile "haber" diyen en bencil ruha bürünür yürek, bir de gittiği yerden hiç haber veremeyecek gidenleri beklemek vardır bencilce isyan ederek...

Şair olmak sevgiyi alabildiğine bölüştürmek, Nazım olmak sevdiğine adanışla yüreklere dolmak...

Ve bir cümle ile hep akılda kalmak;

"Haziranda ölmek zor"…