“Eski Ülkücü olarak bunları söylüyorum. Kafatası milliyetçiliğinin mutlaka önüne geçmek gerek ... Yıllardır Kürt olduğunu söyleyememiş biriyim...Durmak yok gaza devam” diyor, eski ülkücü, yeni AKP Mersin Milletvekili Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan. Bu sözler, Başbakan’ın “Her türlü milliyetçiliği ayaklarımız altına alırız” şahlanışından bir süre sonra. Her mesaj sahibini bulur.

Mesaj sahibini er ya da geç bulur da, bu sözlerin verdiği gaz bizi nereye güdüyor, ya da daha kibarsa, bizi nereye davet ediyor? Ne düşündürüyor?

Burası Türkiye, eller tetikte! Ortadoğu’da savaşın tek amacı var: Kim kimi zimmetine alacak. Osmanlı devletinin, zimmetine aldığı halkların her biri için ayrı ayrı kanunnamesi vardı, tıpkı Roma gibi, Bizans gibi. Ama bu sistemler tarafından çoktan ve zaten parçalanmışlığın birliğini sağlama amaçlıydı Osmanlı yasaları. Yasa koruyucusu kılıçtı, öncekiler gibi. Kılıç paslandı zamanla ve bir dönem kılıcın üzerindeki parıltı gibi turkuazlaşan Osmanlı, zamanla çürüyüp mosmor kaldı, hatıralarını toprağa gömüp öleyazdı Birinci Dünya Savaşı'nda. İşte bu ölü coğrafyanın ortasına, bileşimi tek atom yek mermer bir kaya gibi düşen Kemalist Milliyetçilik adındaki “modern” cumhuriyet devletinin hemen tüm katmanlarında, o mermer epeydir eriyor. Kutuplardaki buzul erimesine benzetmek istiyorum ama konumuzdaki mermer, sanki gerçekten mermer. O yeni mermerin “çağdaş uygarlık”tan tek ricası var: Dünya Türk olsun! Olmuyorsa Türk, Türk kalsın! Ülkücülük her yerde çünkü en eski devlet idelojisidir: zaman geçer, dünya değişir, devlet yeni haliyle kalır. Tek ihtiyacı, paradigma değişikliği.

İşte bugünlerde, üzerimize düşen, Zafer Çağlayan’daki gibi söz damlalarının içinde buzul katmanlarını ve kuşaklar boyu birikmiş ideoloji tozlarını gözlemlemek. Öncelikle eğlenceli olduğu için. Sonra da üstümüze düşen taştan topraktan, belki korunmak için.

Altında durduğumuz kayalık devletin yüzeyi epey kırık besbelli; her bir yandan yarılıp aşağı ve yukarı katlara tozunu kubürünü akıttığı depremsel süreç devam ediyor. Cumhuriyetin, 1924 Anayasası'yla, adeta göktaşı gibi üzerine düştüğü Osmanlı katmanı, altında kaldığı katmanı yarmış, basınçlı bir sıvı gibi fışkırıyor. Kuruluş hariç, Osmanlı’nın her döneminin provalarını yapmış da fışkırıyor artık. Gözle görülürlük düzeyini aşmış, göğe hükmedecek kadar yukarı fışkırıyor deliklerden. Kendi kaosunun da farkında: Yukarıda Allah var! Modernizmin delinmeyen nesi kalmıştı ki zaten. Medya ise, fıskiye başında kaotik görselliği yansıtmak için canhıraş didişiyor. Elbet kime neyi nasıl göstereceğini, kaostan nasıl bir mesaj çıkacağını patronu biliyor. Bu yargımızı artık patronlar bile reddetmiyorlar. Utanmıyorlar, ayrı konu. Ne krallık ne padişahlık; çağ patron çağı, ya razı olacağız ya sıyıracağız. Bu tür slogan sözlere ünlem koymaya bile gerek yok. Hatta kendisine bile gerek yoktu, Davutoğlu olmasa.

Şu sözler Dışışleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan: "Avrupa'yı birleştiren Yeni Romacı olmuyor, Ortadoğu'yu birleştiren Yeni Osmanlıcı oluyor.” Bakanın cümlesi soru değil ama sonunda hiç olmazsa bir ünlem olmalı ama haberi yazan koymamış. Bu tür cümleler, “ya senin hakikatini sorgula, ya benim amacımı onayla” tarzı ikna cümleleridir. Hepimiz biliriz. Durdurucudur; fikirleri yeniden düşündürücü, hatta uyarıcı da olabilir bu türden cümleler.

Olabilir. Ama Davutoğlu’nun cümlesi bunu gerçekleştiremediği gibi, inandırıcı da gelmiyor. Bu benim öznel yargım; ama zihinlerde ve yaşantılarda nesnel bir karşılığı var, görülüyor. Osmanlı tarzı bir Ortadoğu birleştiriciliğinin korkunçluğunu unutturmak için zalim Roma’yı, kahpe Bizans’ı işaret ediyor bize. Ama artık halklar birbirlerine ettikleri kötülüğü itiraf ediyor, özürler diliyor. İster sevgiyle isterse zorunluluktan olsun Bizans’a karşı Osmanlı’dan yana olan halkların Osmanlı’yı seçmek yüzünden ne hale geldiği üzerinedir, şu yaşanan Ortadoğu sorunu. Bunu zihnen biliyor. Bunu bilmeyecek ne var ki! Vatanları cehennem olmuş sancılar içinde Mezopotamya halklarını avutmak kolay mı artık, Davudoğlu? Bu şık sözler, yarısı dünyaya kaçıp gitmiş yarısı ölümüne toprağını bekleyen Ortadoğu halklarının yutacağı bir plasebo değil. Halklar acıyı hem bedenlerinden hem de zihinsel tarihlerinden biliyor artık. Hilafetin hatırı bir yere, diyelim kemiğe kadarmış. O kutsalın arkasına sığınıp ettikleri zulmü kim unutabilir? Bütün bir devlet geleneğini “milleti hâkime” ile “milleti mahkûme” ayrımına bağlamış bir düzenden kim kurtuluş umabilir? Emperyalist zulmün acımasızlığı bile ikna edemez artık bu korkunç zimmetliliğe. Yerine başka boyunduruk biçimleri bile arıyorlar.

Bugün her yerde, adı Roma ve Osmanlı diye geçen iki savaş mekanizmasının, iki egemenlik sisteminin yerini alan kapitalizm ve onun içerisinde eşitsiz gelişme yasasının kurbanı toplumlar var. Ortadoğu’da İbrahim yine var, oğlu İsmail de var. İsa kılığını girdi bir dönem, sonra Muhammed oldu, ama artık İsmail kendini bir koyunla bile değiştirmek istemiyor. Hatta o koyunu kurbanlık bile vermek istemiyor. O koyun “vatan”, ağıl”, kendi kurbanlığı üzerine yaktığı ağıt; onun tek varlığı.

Fikirler özgür, parlamentolar şık, “demokrasiler” “diktatörlükler”i yıkarak ilerliyor. Güzel. Ben deyim Napolyonlar çağı, siz deyin halkların baharı ve hâttâ başkan babaların sonbaharı. Biri de desin ki, işte şimdi enternasyonal! Seyri güzel, okuması, dinlemesi hoş. Ama benim sorum canalıcı: Hem Türk hem Kürt hem Arap hem Ermeni hem Rum hem Alevi hem de Ertuğrul Özkök’ün yüreğini sızlatmayı başaracak kadar büyük Müslüm Baba da öldü artık, Ortadoğu yoksulları kime baba diyecek? Kimin sesini duyunca bağrını ciletleyecek ya da öbür babasının peşinde kurban dağına çıkacak? Hakan Şükür olmak artık herkese mümkün de Müslüm Baba kadar ikna edici olmak zor. (Bianet)