Bir önceki yazımda Kürdolojinin önemli isimlerinden Malmisanij’in “anti Kürdoloji” ve “gizli Kürdoloji” ayrımına değinmiştim (“Anti-Kürdolojiden Kürdolojiye Giden Yol ve İsmail Beşikçi”, İsmail Beşikçi, Barış Ünlü-Ozan Değer (der.) içinde). Malmisanij, Kürt Sorununda devletin topluma sunduğu propagandif metinleri, yayınladığı sözde-araştırmaları v.s. “anti-Kürdoloji” başlığında inceliyor. Bir önceki yazımda örneklerini verdiğim bu metinler, baştan sona inkarcı metinler.

“Gizli Kürdoloji” metinleri ise çok daha ilginç. Bular, devletin kendi iç örgütlenmesinde dolaşıma soktuğu ve halka açmadığı gizli metinler. Devlet içinde bile sınırlı kişi ve kurumların kullanımına açılan bu metinler, Kürtler ve Kürdistan’la ilgili önemli yabancı eserlerin çevirilerinden, devletin bizzat kendi görevlileri tarafından yapılan saha çalışmalarına kadar bir dizi farklı metni içeriyor. Söylemeye gerek yok: Hakikate daha yakın olan metinler, “Gizli Kürdoloji” metinleri. Bir önceki yazımda bu metinler için şunu söylemiştim: “Bu yayınlarda, bir yandan nesnel bilgiye ulaşmaya çalışan, bir yandan da o bilgilere ulaştıkça kendi meşreplerince bir ulus yaratma projelerinin imkansıza yakın bir proje olduğunu fark eden ve fakat nihai projeyi revize etmek yerine, onun gerçekleşebilmesi için çılgınca yan projeler üretmek zorunda kalan bir elitin çaresizliğini okumak mümkün.”

Devlet, en başından beri Kürt varlığını biliyordu. Örneğin Tanzimat döneminde Osmanlı Valisi Halil Kamil Paşa, Bedirhan Bey ve çevresindekilerin amacının “Kürdistan’da ayrı ayrı bağımsızlık kazanmasıyla bir büyük fitne çıkarmak” olduğunu “biliyordu” (Ahmet Kardam; Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan, s.117).

Sorun şuydu ki, Tanzimat’tan bu yana devletin kendisini hapsettiği paradigma içinden bu sorunu çözmenin imkanı yoktu. Bu çaresizlik, tarihin değişik dönemlerinde değişik söylem ve stratejilerin öne çıkmasına neden oldu. Hakikatle başa çıkamayanın başvurduğu hakarete varan öfke kabarmalarından, sürgünlere, Kürtleri asimile edebilmek için akla ziyan önerilere kadar yayılan bir dizi söylem ve strateji...

Tanzimat döneminin Valisi Vecihi Paşa’ya göre “Kürtler beyinsiz adamlar oldukları için, bunlara sadık insanlar denilemeyeceği gibi, devlete muhalefetleri de söz konusu olamaz; böyle bir şey yapmak zaten ellerinden gelmez”di (Kardam: 154). Osmanlı’nın soruna bulabildiği tek çözüm sürgündü. Anadolu ordusu komutanı Osman Paşa 1847 tarihli raporunda şunları yazıyordu: “Bedirhan ve diğer Kürt ileri gelenleri “öteden beri bu civarda çevreleri geniş kişiler oldukları gibi, çoğu Kürt taifesi de dört ayaklılar gibi olduklarından ve sözü geçen kişilerin eşkıyalığa sevk edici sözlerinin peşinden gidip onların yerini alacaklarından, diyelim 20 sene sonra içlerinden biri affedilip bu semtlere gelecek olsa, akılsız Kürdistan ortamında çeşitli karışıklıklar yaşanabilir” (Kardam: 374).

Bu noktada filmi 100 yıl sonraya saralım. Devlet algısında ve “çözüm” stratejisinde değişiklik yoktur. 1937 Dersim Harekatında Jandarma Genel Komutanlığı’nın “gizli ve zata mahsus” raporu sanki yüz yıl öncesinden konuşmaktadır: “Dersim halkı cahildir. Eşkıyalık ruhu hakimdir. Geçim zorluğu içindeki ilkel halk seyitlerin, aşiret reislerinin esiri durumundadır. Bu nedenle bu insanları Batı Anadolu’ya nakletmek gerekmektedir” (ibid. 375). Anlayacağınız, milliyetçi tarihçilerin o çok övünerek dillendirdikleri “Türk devlet geleneğinin sürekliliği” vurgusu hiç de temelsiz değil.

Kürt varlığının yakıcı hakikati – ve beraberinde getirdiği çaresizlik hali- 1939/1940 tarihli CHP Genel Sekreterliğine sunulan raporda şöyle dile gelir: “Kanaatımıza göre Türkiye’de en mühim milliyet meselesi Kürt meselesidir. ‘Dağ Türkü, Yayla Türkü’ gibi tabirlerle hakikatı kendi gözlerimizden saklamak zarardan başka bir şey getirmeyeceği gibi, bunların Türk olduğuna da … bugün ne kendilerini ve ne de başka bir kimseyi inandıramayız” (Malmisanij: 73). Bu satırların “Kürtler vardır” diyen herkesin cezalandırıldığı bir ülkede yazıldığını unutmayalım.

İşte, devleti akla ziyan bir dolu “çözüm”e zorlayan bu yakıcı hakikattir. “Çözüm” stratejisinde yüz yıl öncesine göre kayda değer bir değişiklik yoktur; fakat zamanın getirdiği “ilerleme” ile birlikte eski strateji, yeni tekniklerle donatılır. Bu tekniklerin en başta geleni ise çeşitli asimilasyon çabalarıdır.

Yüzleşmeksizin çözülemeyecek bir sorunla karşı karşıya olan devlet, yüzleşmek yerine kurtulmaya karar vermiştir. Daha 1920’ler gibi erken bir tarihte, Yugoslavya’dan, Kafkasya’dan, Azerbeycan’dan gelecek Türkleri (sayı 500,000 olarak verilir!) bölgeye yerleştirme planlarından tutun, 1960 askeri darbesinin lideri Cemal Gürsel’in Diyarbakır konuşmasında “size Kürt diyenin yüzüne Tükürün” söylevine kadar bütün veriler, devletin sorunu nasıl gördüğünü gösteriyor.

CHP’nin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Kürtlerin düğünlerine, şarkılarına bile tahammül edemez. Yayınladığı gizli genelgeye bakılırsa, “kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve cemiyet adet ve ananelerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve cemaatleri mazilerine bağlayan rabıtalar olduğu unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle beraber bu gibi aykırı adetleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa göstermek” gereklidir. Daha bitmedi: Kürtlere “… evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yüreklerinden kendilerine Türküm dedirtmek, hülasa dillerini, adetlerini ve dileklerini Türk yapmak, Türk tarihine ve bahtına bağlamak her Türk’e teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir” (Malmisanij: 73)

Bu yazı dizisine, Türk çoğunluğundaki idrak sorunu ile başlamıştık. Daha da vahimi şudur ki, Ahmet Kardam’ın isabetle gösterdiği gibi Türklerin Kürt sorununa ilişkin yanlış bilgilendirilmelerinin kökeni Cumhuriyet’le başlamaz. Ondan çok daha derindedir: Bu devlet Tanzimat’tan bu yana Kürt sorununa aynı gözlükle bakmakta ve tebasını/yurttaşını bu konuda yanlış bilgilendirmektedir. Türk çoğunluğa seslenmeyi hedefleyen her politik öznenin bu gerçeği bilerek davranması gerekiyor. İdeolojik devlet aygıtlarının neredeyse 150 yıldır bir sorun üzerinde bu kadar istikrarlı bir biçimde dezenformasyon uyguladığı bir ortamda hiçbir halk bu koşullanmadan kaçamazdı. Anlamak, değiştirmenin öncülüdür.

Peki “ne yapmalı”?  Bunun tek bir yanıtı yok. İçinde bulunduğunuz toplumsal yapı (fazla post-modern bulmazsanız içinde bulunduğunuz “hakikat rejimi”) yapmanız gerekeni size söyleyecektir. Kendini esas olarak Türk çoğunluğun idrak sorununa odaklamış bir politik özne ile Türklerden gizlenen o hakikati dolayımsız deneyimlemiş Kürtler arasında siyaset yapan bir politik öznenin kullandığı dil de, strateji de – “madde”nin doğası gereği- hiç kuşkusuz farklılaşacaktır. Elbette bu iki alanın birbirlerinden tümüyle yalıtık olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine, biraz sonra iddia edeceğim gibi izlenmesi gereken temel stratejinin tam da bu yalıtılmışlık haline itirazdan kaynaklanması gerektiğini düşünüyorum.

Dolayısıyla, bu aşamada iki alan arasındaki ayrımın ampirik değil; analitik olduğunu söyleyip devam ediyorum. İkinci stratejinin (siyasetini esas olarak Kürtlerle sınırlayan strateji) devlet baskısına çok daha fazla maruz kalacağını/kaldığını, Türkiye’de bu siyasetin maliyetinin çok yüksek olduğunu elbette biliyoruz. Fakat bu durum, birinci stratejinin tümüyle sorunsuz ve kolay olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, birinci alanda hareket edecek olan politik özne esas olarak bu farklı “hakikat rejimleri” arasında gidip gelmeyi, farklı hakikatleri birbirlerine temas ettirmeyi hedefleyecektir. Sadece Türklere, Kürt sorununu anlatmayacak; Sünnilere de Alevi sorununu anlatacaktır. Bir sonraki aşamayla kıyaslandığında bunlar yine de göreli olarak kolay hedefler. Bir sonraki aşama daha çetrefil olacaktır: Kürt sorununun ancak Türklerle birlikte çözülebileceği konusunda Kürtleri, Alevi sorununun ancak Sünnilerle birlikte çözülebileceği konusunda da Alevileri ikna etmeye çalışacaktır. Çelişkileri keskinleştirmeye ayarlı bir politik geleneğin hala gücünü koruduğu, en uzlaşmaz siyasetin, en radikal (ve dolayısıyla en doğru) politik hat sayıldığı bir ülkede farklı hakikatleri birbirleriyle temasa sokma stratejisinin aslında baştan yenilgiye mahkum olduğu ileri sürülebilir. Ben öyle düşünmüyorum.  

Bugüne kadar sürekli hakikati vaz ettik. Farklı hakikatler arasında gidiş-gelişler olabileceğini, bunun ise ancak müzakere ile gerçekleşebileceğini, özgür ve demokratik bir kamusal alanın tam da farklı hakikatlerin birbirleriyle temasını sağladığı için yaşamsal olduğunu öne süren bir siyaseti bugüne kadar denemedik. Bu siyasetin temel önceliği, kendi tartışılmaz hakikatini vaz etmek değil; farklı hakikatlere sahip öznelerin birbirleriyle temas edebilecekleri özgür ve demokratik kamusal alanı yaratmaya çalışmak olacaktır. Her çelişki, “uzlaşmaz çelişki” değildir!

Kürt sorunu da, Alevi sorunu da, başörtüsü sorunu da – ve hepsinin kuşatan- Türk sorunu da esas olarak özgür ve demokratik bir kamusal alan sorunudur. Askeri ve bürokratik vesayetten kurtulmuş, milliyetçi tabulardan arındırılmış, bilgilenme hakkının, fikir özgürlüğünün ve iletişim özgürlüğünün engelsizce kullanıldığı bir kamusal alan sorunu…

Yazarın ilgili dizi kapsamındaki diğer yazıları:

1- Temel Sorun “İnkar” Değil; “İdrak”

2- Kürt Meselesinde, Gayrı-Kürtlerin “Bildikleri” ve Bil(e)medikleri