İstanbul’da doğan, 1920’lerin başında Paris’e yerleşen Şahan Şahnur’un 1929’da Fransa’da ilk basımını yapan “Nahançı Arants Yerki” romanı, “Sessiz Ricat” adıyla Aras Yayıncılık’tan yayımlandı.

Maral Aktokmakyan ve Artun Gebenlioğlu’nun Türkçeye kazandırdığı, Rober Koptaş’ın editörlüğündeki kitap, yazarın 19 yaşından sonra dönemediği şehrinde ilk kez basıldı.

Şahan Şahnur, 1903 yılında İstanbul Üsküdar’da doğdu.

1920’lerin başında Paris’e yerleşti.

Tıpkı “Nahançı Arants Yerki”, ya da Türkçeye çevrildiği adıyla “Sessiz Ricat” romanının kahramanı “Bedros” gibi.

25 yaşında yazdığı bu roman bir yandan 1915 sonrası diasporaya dağılan kuşağın yaşadıklarına ayna tutarken, Ermeni kimliğine yönelik özeleştirileri ve cesaretiyle hem büyük ilgi uyandırdı, hem de eleştirileri beraberinde getirdi.

Romanın kahramanı Bedros, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında soykırımın toprağından ettiği yüzbinlerce Ermeni’den biriydi…

Kendi deyimi ile “Muzaffer Türk çizmesinin tekmesini (…) yedi” ve kendini Fransa’da buldu. Adı değişti bu yeni yabancı ülkede.

“Pierre” oluverdi. Herkes onun aslında Ermeni olduğunu bilse de… Geçmişi asla peşini bırakmadı, geleceğinden eksik olmadı. Pera’da öğrendiği fotoğraf teknikleri onu Paris’te hızla yükseltti.

Ama acıları da, anıları da beraberinde geldi. Bir Fransız kızına en âşık olduğu anda bile…

“Bizim oralarda, yani İstanbul’da insanlar uzun kış gecelerinde toplandıklarında, daha çok da küçükleri eğlendirmek için, sobada mısır patlatır ve hep birlikte sıcak sıcak yerler” deyiveriyor mesela romanında sevdiğine sıkı sıkıya sarılırken.

Ya da sevgilisini terk edip kaçmaya çalışırken aldığı yanıt, “Hani Ermeniler artık Türkiye’ye giremiyordu, hani asker kaçağıydın” oluveriyor.

Arkadaşları otel odasında onu ziyaret etmeden önce, “İşte o zaman...! Ermeni Devrimiiii… Bir kan denizinde boğuluyordu…!” diye bağırıyorlar.

Annesinin ona yolladığı mektubunda geçmişinin izlerini buluyor: “Senin için sağlam kumaştan hamam kesesi diktim, çevirme tatlısıyla birlikte yolluyorum. Benim paşa oğlum, benim…”

Zaman zaman, kendi deyimiyle “Tam bir Ermeni”ye dönüşüyor bu Fransız başkentinde. “Büyük şehrin ona dayattığı yapmacık nezaketten, hoş görünme çabalarından ve şekilcilikten eser kalmıyor içinde.”

Öyle ya, Paris’teki Ermeniler olarak, savruldukları şehre, yeni ortamlarına yabancılar. Ama alışmaya başlıyorlar elbet. Kalabalık arkadaş grupları dağılmaya başlıyor yıllar geçtikçe, yaşları büyüdükçe: “Doğdukları yer, aileleri, gelecekleri ellerinden alınmış, aklını kaybetmiş bu Ermeni çocuklar o günlerde birbirlerine tutundular, ta ki zaman geçip de adım atabilene, bıyıkları terleyene kadar.”

Hiç değişmeyense aile özlemi olup çıkıyor aralarındaki sohbetlerde. Onlara artık yasaklanan topraklara dönme hasreti ile: “Hangi sevgi ana sevgisinin yerini tutabilir! Anam, anam…

Benim her şeyim o. Neden İstanbul’a gidemeyecekmişim ben? Ben kimim ki, neyim ki?” İçkiyi fazla kaçırdığında, “Eminim beni karşıdan gören biri tökezlediğimi, yolumu kaybettiğimi, Kars’ı teslim ettiğimi düşünür” derken, arkadaşları ile ne konuşurlarsa, ne yaparlarsa yapsınlar, zaman-mekan değişse de, gündemleri birkaç yıl öncesinin acılarında son buluyor:

“Canını kurtarabilmek için altınlarını veren Ermeniler oldu. Kimi inancını, kimi bekaretini verdi. Evini, yurdunu, altında yaşadığı gökyüzünü terk edenler oldu; daha beteri, milletini ve dinini inkâr edenler… Kanını, canını, gününü ve güneşini veren kahramanlar da oldu. Biz ise gelecek için son bir bedel ödüyoruz. Son bir bedel, büyüyecek olan çocuklar vardı, bizden sonra gelecek nesiller vardı. Şimdi gelecek olanlarsa, sözle ve eylemle, isteyerek veya istemeden, bilerek veya bilmeden yabancı olacaklar. Tövbeler, tövbeler olsun Ararat’a!” Ve kimlik tartışmalarında bir soru akıllarına takılıyor:

“Artık ölülerimiz olmadığına, ölülerimizi yanımızda getirmediğimize göre, biz nasıl Ermeni kalacağız?” Bedros-Pierre’in bir arkadaşının yazdığı romanı eleştirirken dile getirdiği tepkisi ise sadece onun değil, diasporadaki Ermeni toplumunun “sessiz ricat”ını gösteriyor aslında: “İçinde ‘garod’ kelimesi olmadıkça yazdıkların hiçbir Ermeni’ye hitap etmez. Evet, gülme, çünkü eksik olan sadece o değil. Sen zaten biliyorsun ama hatırlatmama izin ver. Fransızcada ‘mayr’, ‘hay’, ‘aksor’ kelimeleri de yok. Bizdeki ‘kağtagan’ın, bizdeki ‘vorp’un da Fransızcası yok”

* Sırasıyla: Hasret, anne, Ermeni, sürgün, göçmen, yetim.

(Kaynak: Serdar Korucu / CNN Türk)