Arsız, çetin bir rüzgâr esmişti, gövdemi kasıp kavuran. Emici, bencil ve nobran. Biz onu sakinleştirici, tatlı bir meltem sanmıştık, değildi. Gönlüm kaydı bir cambaza, laf anlatsan da gayri zahir olmaz aymaza. Zaman aktı geçti içimden, zaman benim esirimdi. Damarlarımda gezinip duran, gelip tenime dokunan. Sırtımda çantam, aylak aylak doğan güne bakarken, canımı acıtıp, tüm kızıllığıyla ağlatan.

Bir içimlik zaman; hiçbir telaşı ve acelesi olmayan, hüzünlü insanların gözünde, yarım kalmış bir buhrandır, herhangi bir an veya hain bir tufan, görünmesiyle kopması bir olan. Armağan ettiğin ve edildiğin, her tatlı anın ne kastı olur, bir yudumda bitirildiğinde, bir başkasına geçmek ve öncekini unutmak için. Gelecek dersen, hiç bahsetme, bardağı dökme. Sonsuz bir ufuktur, içine uzayan...

Düz ve paralel hatlarla kesilen evrenimde, içi aynalar ve labirentlerle dolu ve kapısı olmayan bir evden çıktım. Dudakları kavruk bir kavimden olan, yılgın tennureler sahte kabzalarından taze gelincikler çarpıyorlar, yüzüme yüzüme. Bohem kalır lale ve kalp, bu çorak nedamet devrinde. Giden bir trenin peşinden koşarken, rüzgâr yükseliyor, afet yaklaşıyor ve zaman hiç susmuyor. Kasırga dinmiyor...