Tahir Elçi'nin öldürülmesinin verdiği ıstırap henüz tutuşmuşken şu cümleleri karalamıştım; Roboski'den sonraki en büyük ve en sarsıcı kopuş oldu Tahir Elçi'nin ölümü. Onuru benliğinde olan her Kürt için bu duygusal travma, politik bir ayrışmayla neticelenecektir. Özellikle 30 yaş altı genç ve eğitimli nesil tamamen koptu. Kürtler ve Türkler duyguda bölündü. Bu olup bitenlerin başka bir izahı yoktur.

Geniş toplum kesimleri açısından ise bambaşka bir travmayı tetikledi. İkinci Hrant Dink vakasıydı bu.

Hrant da tıpkı Tahir Elçi gibi dikenli bir yalanı ifşa etmişti. Elçi, devletin 40 yıllık savaş argümanına itiraz ederken, Hrant Dink, 80 yıllık irinli bir yaraya ışık tutuyordu.

Her ikisi de hakikati savunarak yalana meydan okudular. Her ikisi de devletin etrafında çöreklenmiş faşistlerin, devşirmelerin ve yiyicilerin hedefi oldu. Her ikisi de "pusu geleneğinin beslemeleri" tarafından alçakça vuruldu.

Genel Kurmay Başkanlığı bu sözlerle Hrant'ı hizaya çekmişti: "Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak milli bütünlük ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür."

Bu tehditler Hrant'ı ölüme götüren yolun yeşil ışığıydı. O ışık yandı, Hrant devletin gözetiminde öldürüldü. Hrant'ın öldürülmesi toplumsal bir kırılma yarattı. Devletin karşısında "devletsizler" olarak iki karşı kutup olduk. Haykırdık, Ermeni olduk Türk yurdunda!

Tahir Elçi'yi de muhafazakâr, olabildiğince ikiyüzlü ve ırkçı medya hedef tahtasına oturttu. Savcı durumdan vazife çıkardı ve apar topar dava görünümlü linç süreci başladı. Savcıya göre Tahir Elçi bu açıklamayla savaş ortamını olumsuz etkilemekte, askerin mücadele azmini gölgelemekteydi. Türkiye'ye yakışan hukuk anlayışı tam da budur değil mi?

Tahir Elçi'nin öldürülmesi ikinci büyük kırılma oldu. Bu sefer bölündü ülke. Devlet, zaten yaralı ve küskün olan Kürtlerin duygularına kurşun sıktı bu sefer. Bir arada yaşamak için kalan son halkayı da koparıp attılar.

***

Çok ileri gidiyor, oturduğu yerden ahkâm kesiyor diyerek hamaset için tutuşan ölü sevicilerin sesini kesmek için bir "hakikat tanığına" başvurdum.

12 Eylül'de Diyarbakır 5 nolu zindanda kalmış, AKP iktidarının emir kulu Orhan Miroğlu'yla aynı ortamı paylaşmış sevgili Ferhat Baran'ın bu hususta neler düşündüğünü öğrenmek istedim. Ölümle sınanmış insanların hissiyatı her şeyden kıymetli bana göre.

Bu insanlar kötülükle sınandıkları için kötülük düşünmezler. Yaşamanın direnmek olduğunu en iyi onlar bilirler ancak savaşın insanlığın en büyük belası olduğunu da en çok onlar haykırırlar.

***

Samimiyetimi kelimelerle örtbas etmeyi sevmediğim için hayli samimi bir üslupla sordum.

Sevgili abim (Ferhat Baran), siz bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu suikasti bölünmenin fiiliyatı olarak değerlendirmek sizce çok uç bir tespit midir?

"Sevgili Arat, son yedi ayda yaşadıklarımız ve en son Tahir Elçi yoldaşımızın katledilişi, cumhuriyet tarihi boyunca uğradığımız en büyük kopuşu getirdi.

Çünkü son iki yıl barışa inanmıştık ama son yaşananlar bütün umutlarımızı kırdı.

Benim gibi sonuna kadar barış diyen insanı dahi "dağa çıkıp onurumla öleyim" noktasına getirdi.

Yine de Sayın Demirtaş'ın şahsında şekillenen bir barış umudu var, bu çok kıymetli. Eğer bu umudu da kaybedersek vay halimize. Ve ben bu umuda sarılmak istiyorum."

***

Gördüğünüz üzere "bölündük" derken bir paranoyayı değil, duygulardaki tahribatın acı tesirini sizlerle paylaşmak istedim.

Kürtlere hayat hakkı tanımayan küstahlığa, Ankara'nın rahatlığı ve umursamazlığı eklenince "et tırnak" güzellemeleri de iflasın eşiğine geldi.

Şimdi bir de Selahattin Demirtaş'ın cenaze törenindeki açıklamasını okuyun; "Tahir Elçi'yi öldüren şey devlet değil, devletsizliktir."

Bu sözün niteliğini ve ağırlığını çok kişi anlamayacak, çok kişi anlamak istemeyecek, çok kişi yanlışa yorarak karşısında konumlanacak... Öngörüm odur ki bütün bunlar kayıplar hanesine yazılacak. Bu anlamazlık, bu hoşgörüsüzlük "ayrılık patikasının" çakıl taşları olacak.

Ve ben bunu ecir altında yurdunu terk eden Ahmet Kaya'nın feryadına benzetiyorum. Ben geceleri çok üşüyorum diyordu Ahmet Kaya... Sorun yorgansızlık sorunu değil, sorun kalorifer sorunu da değil, sorun vatansızlık sorunudur. Ben vatansızlıktan üşüyorum.

Yıllar evvel Ahmet Kaya'yı sürgüne yollayan ve yurtdışında ölümüne sebep olan ırkçı linç kültürü, bugün geçmişle kabili kıyas olmayan bir pervasızlıkla can almaya devam etmektedir.

***

Bu halka umut verdiniz. İnsanlar barışa inandı, tutundu o duyguya. Sonra dönüp insanların, o yaralı insanların duygularıyla alay ettiniz. Hiç yapılmaması gereken şeyi yaptınız, o insanların umutlarını kurşuna dizdiniz.

Bunları o kadar küstahça, o kadar göstere göstere yaptınız ki Kürt gençlerini dağ başından indirip şehirlerde "hendeklerin" arkasına ittiniz. Sanırım tek fark şu oldu; önceden koyaklarda öldürülen Kürt gençleri artık evlerinin avlularında, oyun oynadıkları sokaklarda öldürülüyor.

Yarım ağızla biz kardeşiz, Çanakkale'de birlikte savaştık diyenler, avaz avaz bağırarak "tek dil, tek millet" diyor.

Almanya'da yaşayan 2 milyon Türk için "ana dil" haktır, asimile olmamak için talep edin ve kullanın diyen Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'deki 20 milyon Kürt için böyle bir şey söz konusu olamaz, biz bu ülkeyi yerde bulmadık demekte.

Böyle diye diye ülkeyi böldünüz. Herkesin gülümsemesiyle hatırladığı bir insanın öldürülmesi sonuna kadar barış diyen insanı dahi "dağa çıkıp onurumla öleyim" noktasına getirdi.

Ürkek bir kuş gibi uçmaya da konmaya da korkar oldu Kürtler. Öyle tedirgin, öyle ruhsuz ve huzursuz bir ülke burası.

Akan kan Kürtlerin efendiler. Ve siz "oluk oluk kan akıtacağını" söyleyen mafyalara can siperane destek oldunuz. Kanı akan, canı yanan Kürt ise, ayrılık baş göz üstüne.