Artık herkesin bir kuyusu var; herkesin kendi karanlığı, kendi dipsizliği, kendi yalnızlığı, kendi acısı var. Ekmek alırken tezgaha koyduğu bir lirayı cebinden çıkaran ellerinin titremesinde görürsünüz o kuyuyu. Kapı zili çaldığında acaba kim ürkekliğinde ya da çalmayan zilin beklentisinde. Herkes konuşurken ağzını kapatan suskunluğunda. Kalabalık bir sohbette dalıp giden gözlerde ortaya çıkar kuyu. Sigarayı kültablasına bastıran parmakların sararmışlığı ele verir kuyunun derinliğini.

Buz gibi havada köpek gibi soğuktan titreyerek yürüdüğü sokakların bitmezliğinin yorgunluğudur kuyu. Acıdan çığlık atacak duruma gelmişken hafifçe gülümseyip ‘iyiyim’ diyen sestir. Bütün günü berbat geçmişken sabah ola hayrola bile dedirtmeyen gecedir kuyu. 

Üstüne spot ışıkları yanmadığı için, bir koltuğu, ünvanıolmadığı için, adı sanı bilinmediği ya da ‘kötü’ bilindiği için binlerce, milyonlarca kara leke gibi dolaşır ortalıkta kuyular.

Hiç beklemediği yerden gelen bir selamla biraz aydınlanan kuyu, kesilen selamların kırıklığıyla tekrar kararır. Her defasında düşeceğini bile bile debelenir insan kuyudan çıkmak için. Yukarıdaki küçücük aydınlığa bakar kimse var mı diye. O köpek gibi. Oysa yıkıntıların altına seslenmeliydi, üstüne değil.

Binlerce kuyunun görmezden gelinip hatta üstü betonla kapatılıp unutulduğu bir yerde tek bir kuyu için kopartılan fırtınaya hem sevinip hem de buruk bir keder hisseden insanın yüreği kadar derindir kuyu. Umudu ve umutsuzluğu aynı anda hisseden yürek gibi.

Bizi güldüren Yeşilçam filmindeki o sahne gibi, ama ben, iyi de ben, ya ben diye başlayan cümleler kurmayı kendisine yediremez utanıp susar kuyular. 

Kimse bir başkasının kuyusunu bilmez, bilmek istemez. Oysa elini tutan bir elin sıcaklığı yetecektir kuyudan çıkmasına. Tekrar seslenir yukarıya susarak; kimse var mı?

Parlayıp sönen ışıklar yansır kuyuya. Bir işaret fişeği yoktur ki fırlatsın buradayım, ben buradayım diyecek. Benim de üstümü betonla kapatacaklar, burada beni öldürseler, aç bıraksalar, susuz kalsam kimsenin haberi olmayacak, unutacaklar beni de, diye düşünür. Olmamış şey değildi. Bir sürü kuyu alev alev yanarken herkes kulağını kapatmamış mıydı, çığlıkları duymamak için. Ben kimim ki burada olduğumu bilip el uzatsınlar, diye geçer aklından.

Adım başı bir kuyuyla karşılaşıp etrafından dolaşarak geçen insan evine gidip kendi kuyusuna, kendi yalnızlığına saklanır. Kuyunun tepesinde bir insan yüzü görme umudu taşıyanın kendisi de hiçbir kuyuya yaklaşıp bakmaz.

Halbuki Şükrü Erbaş’ın dediği gibi “insanın acısını insan alır”dı. Bir elin sıcaklığı, bir gözün aydınlığı, bir sesin umudu kuyudan çıkmaya yeterdi.

Kiminin kuyusu işsizliği, kiminki evlat acısı, can yarası, kiminki parmaklıklar ardında olmak. Kimi aç, kimi sesini duyuramıyor, kiminin konuşması yasak, kiminin varlığı bile suç olmuş. Kiminin bedeni bir kuyuya dönüşmüş, kiminin kimliği.

Herkes kendi kuyusunda bekliyor, biri görsün, biri duysun, biri el uzatsın diye. Herkes birbirini bekliyor. 

Biri baksa kuyuya arkası gelecek, kuyudan çıkacağız hep birlikte. Kuyudan uzanan eli tutanın da elini tutacak bir el. Bu dipsiz düşüş, bu yapışkan karanlık son bulacak.

Kuyulardan ses geliyor; orada kimse var mı?