DEMOKRAT HABER

Sosyolojin en önemli kurucularından biri olan Max Weber’in pozitivist bir kehanet olarak adlandırabileceğimiz sekülerizm hayali, asla gerçekleşmeyecek gibi görünüyor. Weber bu öngörüyü her ne kadar Batı Avrupa için ortaya atmış olsa da, ister Doğu olsun ister Batı, dünyanın kendisi için doğal bir süreç olan fakat insanlık için felaket anlamına gelen her afette, “öküz yine başını oynattı” ifadesinden bile çok daha fazla fantazma içeren açıklamalar ile karşılaşıyoruz. Şüphesiz ki her yorum yorumcusu tarafından sıfır tutarsızlık ile sunulur. Cassirer, “ilkel çağlardaki bir büyücü, günümüzün herhangi bir bilim insanı kadar işini ciddiye alırdı” der. Van depremi için “Allah’ın inayeti”, “ilahi ikaz”, “Türk askerine kurşun sıkanın sonu bu olur”, vb. gibi her söylem, söyleyicisi tarafından “bunun kesinlikle böyle olduğundan zerre kuşku yok” mantığı ile dile getirilir. Bu yorumu yapan herkes en az ilkel büyücü kadar “ciddidir”. İnsan olmanın farkındalığına bir nebze olsun varmış olan her birey, böylesi bir zihnin beslendiği lağımın faşizm olduğunu bilir. Konuşurken dilinden sadece şiddet, öfke ve hınç yayılan bu “türü” önemsemek zorundayız. İnsanlığın başına bunca bela olmuş bir ideoloji, azımsanmayacak nicelikte bir yığın ile buluşunca ortaya çıkabilecek sonuçları kestirebilmek için müneccim olmaya gerek yok. Elde olanı, kulağın duyduğunu ve gözün gördüğünü yorumlamak, hınç kültürünün geldiği boyutu sağlıklı bir şekilde anlamamız için yeterli olacaktır.

Van’a gönderilen yardım kolilerinin arasından çıkan taş, sopa, bayrak vb. gibi şeylerin ifade ettiği şey tam da bu faşist dünya görüşünün tezahürüdür. Bu ciddi ve kesinlikle üzerinde durulması gereken bir olaydır. Çünkü böylesi bir barbarlık, hiçbir zaman durduğu yerde kalmaz ve günden güne gelişim gösterir. Bilmeliyiz ki onlar gibi düşünen birçok kişi sustu ise bunun sebebi, hislerinin başkaları tarafından rahatlıkla dile getirilmesiydi. Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus şudur ki; insanları arasında ayrım yapmayan bir hükümet bu insanları 301. maddeden çoktan yargılamaya başlardı. Faşizmden bunca canı yanmış Almanya’da bugün Hitler’den alıntı yapmak bile yasaktır. Çünkü biliyorlar ki ataları faşizmi arzu ile istemişlerdi. Hitler’in tek yaptığı tüm bu sessiz arzu birikimine bir beden olmaktı. İçinde bulunduğumuz ahvalin bir dönemin Almanya’sından bir farkı var mı? Bugün, böylesi bir durumda faşizmi arzulayanlara karşı sessiz kalmak, faşizmle ortak hareket etmek demektir. 301. maddenin bizzat devlet eliyle bu faşizmi körüklemesi artık bir son bulmalıdır. Türklüğe hakaretten (ki, Türklük tanımının kendisi henüz muğlak bir haldeyken) yüzlerce insanı içeri atan hükümet, insanlığa karşı kin ve nefret dolu söylemlerde bulunanlara kılını bile kıpırdatmayacaksa; “Diyarbakır’da yıkılır inşallah!”, “Hepsi ölsün şerefsizlerin!” vb. gibi ifadeleri gerek medyada ve gerek sosyal paylaşım sitelerinde aleni bir şekilde gurur ve neşe ile haykıran bu insandışılıklara karşı yargısal bir işlem başlatmazsa, 301. madde sadece Türk etnisitesini koruyup Kürtler’i tüm yurttaşlık haklarının dışında bırakıp Kürtler, sünni-beyaz-Türk kuşağının histerikli şiddet arzuları için böylesi büyük bir felakette bile “şamar oğlanı” haline getirilecekse, Kürtler’in gözünün içine baka baka “bu ülkede herkes eşittir” demek dünyaya bir akrebin iğnesinden bakmak değildir de nedir? Kürtler’den gözlerinin önündeki bu haksızlığı unutmaları beklenebilir mi? Vaziyet böyle iken, Kürtler’in kendilerini cumhuriyetin bir parçası hissedebilmeleri mümkün olamaz. Çünkü görülüyor ki devlet cephesinde değişen hiçbir şey yok.

Bunların yanı sıra, dünyanın yeni yeni tanıştığı bir başka grup vardır ki onların dili de şöyledir: “Yapmayın ama arkadaşlar, onlar da insan!” Faşizmle hiçbir surette bir araya gelmemesi gereken bu hümanist tavır, biz yataklarımızda uyurken gündelik hayatın her hücresiyle kutsal ve bir o kadar da resmi evliliğini ilan etmiş durumda. Güneşin doğup batmasını izlemek gibi alışkanlık biçimini almış olan bu gündelik faşist dilin ortaya çıkardığı yeni mutasyon türün adı ise “iyiliksever faşist”tir. Bu tür ile gün içerisinde hep beraber lokantalarda yemek yer, kıraathanelerde oyun oynar, aynı güneşin altında ısınır ve aynı havayı soluyarak ortak yaşam kültürünün her adımını beraberce atarız. Bu da bizi günden güne bu korkunç ve şiddet dolu dile alışmaya götürür ki asıl insanlık trajedisini yaşamaya o zaman başlarız. Asıl ürkmemiz gereken şeyin tam da bu olduğunu düşünüyorum: Günlük faşizmin günlük ekmeği. Çünkü faşizmin beslendiği ana-damarlardan biri de romantizmdir. Irksal özelliklerini pek seven ama etrafını da arada görmezlikten gelmeyen bu romantik birey, bir-iki can sıkıcı olay ile faşizmle birleşmeye anında hazırdır. (Burada elbette tüm Türkler’den söz etmek fazlasıyla abes bir durum teşkil eder. Zaten bunu söyleyen birçok Kürt de görmedim desem yalan olur. En nihayetinde cehalet ırk tanımıyor. Bunu söyleyen Kürtler’in eklemlendiği faşizim daha çok islamofaşizm iken; Türkler’in ise hem etnik hem de islamofaşizmdir. Tabii burada faşizmlerden faşizm beğenmek gibi bir gaflete ve “benim faşizmim seninkinden daha az tehlikeli demek de kör bir aptallıktır. Fakat bu türden insanların özellikle ülkenin Batı yakasından seslerini bir hayli gür bir şekilde duyurmaları ve sayılarının epey fazla olduğunu unutmamamız da elzemdir. Buna mukabil olarak, Batı’da olası bir afet meydana geldiğinde Kürtler’den bir grup çıkıp da “gördünüz mü Allah’ın sopasını” derse, -ki, kainatta her şey zıddını yaratır- o zaman bu iki halkı onurlu bir barış için hazırlamaya kimin gücü yetebilir ve bunu istemek için hangi ahlaki ilkenin arkasına sığınabiliriz?)

Şimdi bu yıllardır üretilen “günlük faşizmin” bizi getirdiği yere odaklanalım. Yani Van Depremi’ne.

Depremin hemen ardından depremin en fazla yıkıma uğrattığı Erciş’e gitmek istedik. Lakin bizden önce gidenler telefon edip “gelmeyin, asker geri çeviriyor” dediği için uzun bir süre beklemek zorunda kaldık. Biliyoruz ki militarizmin mantığı yoktur. O tamamen içgüdüsel bir eylem biçimidir. “İçeri alınmama” durumu yeni bir deprem beklentisi ve oraya gidecek olanların da hayatının tehlikeye girmemesi için ise bu gelişmeye olumlu diyebilirdim. Lakin deprem bölgesine ilk 24 saatte hiçbir yardım yapılmamasının açıklanabilecek tutarlı hiçbir yanı yoktur. Burada birileri suçludur ve en kısa zamanda ortaya çıkarılmaları gerekir. Gece Erciş’e girdiğimizde karşılaştığımız manzarayı anlatma gereği duymuyorum. Burada yıkıntıları tarif etmek için yazıdan çok daha fazlasına ihtiyaç var. Bu sebeple de devlet aklının yıkımın ardından nasıl işlediğini tarif etmek daha doğru olur.

Depremin ardından gayet doğal olarak içme suyu lağım suyu ile karışır ve elektrikler de kesilir. Bu manzara doğal olanın sonucudur. Lakin doğal olmayan, tamamen doğal olanın dışında olan şeyler vardı Erciş’te. Örneğin gördüğüm kamyon dolusu silahlı askerler doğal olanın tamamen dışındaydı. Oraya insanların güvenliğini sağlamaya geldilerse sırtlarından sarkan koca silahların gereği ne? Yok, kendi güvenliklerini sağlamak içinse bu askerlerin Erciş’te işleri ne? Kaldıkları yerde kalmaları daha güvenli olmaz mıydı? Böylesi bir afette PKK gelip de insanlara yardımcı olan askerlere saldırırsa bütün bir toplum vicdanının PKK’yi dışlayacağını bilmiyorlar mı? (Bu da şüphesiz en çok hükümetin işine yarardı, dört bir yandan romantik ve bir o kadar da tehditkar ve hınç ve şiddet içerikli yapacakları propagandayı görür gibiyim). Kaldı ki, PKK’nin misyonu depremzedelere yardıma gelmiş olan askerlere pusu kurmak mı? Ayrıca dur durak bilmeden, gece gündüz dağları bombalayan devlet değil mi?

Normal bir devletin böylesi büyük bir felakette yapması gereken ilk şey bölgeye sivil savunma ve kurtarma ekipleri, sosyolog ve psikologlar göndermesi olur. İlk etapta orada halkın güvenliğini sağlamak, olası bir paniği engellemek adına moral-motivasyon süreçlerini kontrol etmek ve hiç vakit kaybetmeden arama-kurtarma çalışmalarına başlamak gerekir. Zaten savaş şartlarının yaşandığı bir yere deprem olur olmaz asker göndermenin kime ne faydası olabilir? Diyebilirsiniz ki asker yağmayı önlemek ve düzeni korumak için ordadır. Yapılan bütün darbeler de düzeni sağlamak gayesi gütmemiş miydi? Yine diyebilirsiniz ki deprem ve darbe benzetmesi anakronizmdir. Başka şartlarda olsa bu karşı hükme yüzde yüz katılabilirdim. Lakin bir ülkenin bir karmaşıklık halinde düzeni sağlamak adına olay yerine gönderecekleri listesinde ilk sırada “askeri birlik” geliyorsa o ülkeye nasıl sivil bir ülke diyebiliriz? Henüz tüyü bitmemiş 19-20 yaşındaki erlerin psikolojileri çok mu düzgün ki düzen sağlamaya onları gönderiyorsunuz? Bu askerler felaket uzmanı mı? Ordu ne zamandan beri askerlere “uzman düzenleyici” dersi vermeye başladı? Ruh sağlığı depremzedelerden daha bozuk olan bu erlerin deprem bölgesinde faydalı olabileceklerini düşünmek saf ve katışıksız ve net bir ifadeyle “çarpık ve hastalıklı” bir yönetim anlayışıdır.

Şimdi, biraz da Erciş’teki organizasyon rezaletine odaklanalım ve meseleyi daha detaylı anlayabilmek için soru hükümleri ile ilerleyelim.

İçeri giren hangi yardım aracı şehrin girişinde durduruldu ve gelen yardımların içeriğine bakılıp koliler teker teker ayrıştırıldı? Gören ya da duyan varsa lütfen bana da bildirsin.

Askerler enkaz alanlarını çevirip kurtarma çalışmalarını mı güvenlik altına almalı yoksa yıkılmayan binaların ve gelen yardım araçlarının önünde birer ikişer durup gasp ve yağmaya çalışanlara karşı mı tedbir almalı? (Tekrar söylüyorum, aslında askerin hiç olmaması, oraya sivil savunma ekiplerinin intikal ettirilmesi gerekir. Fakat madem asker gönderdin, en azından işe yaramasını sağlayacak bir organizasyon kur).

Gelen yardım aracı şehrin merkezinde durup “ben şimdi ne yapacağım?” diye çıldırtılırsa, herhangi bir organize ekip tarafından yönlendirilecek bir yer bulamazsa, birçoğu yardım alamamış insanın tam ortasında “yardım var!” diye bağırmak ile Harlem’in ortasında bir beyazın “tüm zencilere ölüm” diye bağırması arasında ne fark olur? İnsanların ilkel benliğinin öne çıkacağı önceden aşikar olan böyle zamanlarda kontrolsüzlükten kaynaklanan sebeplerden dolayı insanlarını bir avuç suya, bir paket makarnaya muhtaç haline getirip onları barbarlık görüntüleri ile baş başa bırakan bir devletten ne hayır gelir? Böylesi doğal olmayan durumlarda insanların kötücül karakterleri dışavurur. Doğal olan budur. Tarihsel deneyimlerden ibret alan bir yönetim başlangıç olarak tüm önlemlerini insan odaklı almalıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin, ani bir şok dalgası ile her şeylerini kaybeden ve açlık ve soğukla yüzleşen insanların yüzde kaçı hala damarlarında “Kant’ın evrensel ahlak yasası içimde” diye dolaşır? Medya editörleri bir şişe su alabilmek için çırpınan insanların görüntüsünü “yağma ve talan başladı” diye verip oradaki insanları “barbarlar” gibi lanse edeceğine, organizasyon rezaletini, etrafında polis ordusu ile dolaşan valinin iki gündür belediye başkanı ile neden iletişime girmediğini gösterse daha doğru olmaz mıydı? Bundan daha büyük bir barbarlık var mı?

Varını yoğunu henüz kaybetmemiş insanların evlerinin önünde çadır kurulmasına izin vermeyen Kızılay ile güvenlik güçleri neden koordineli çalışamıyor?

Hayatları boyunca dişlerinden tırnaklarından artırıp da kurdukları daireleri ve eşyaları korumak henüz korku ve gerilimi üzerinden atamamış olan insanların kendilerine bırakılır, polisler harap olmuş şehre turist gibi gelen siyasilerin sağında solunda dolaşmaktan başka bir şey yapmazsa, “ya benim dediğim olur ya da sana çadır da yok güvenlik de” mantığı ile vatandaşa devlet zoru uygulanırsa, burada bedenlerden çok daha fazlasının öldüğü gerçeği ile yüzleşmek zorundayız. Normal ve sağlıklı işleyen bir devlette bu tür aksaklıkların hiçbiri görülmez. Siz insanları ilkokuldan itibaren “her koyun kendi bacağından asılır” düsturu ile büyütür iseniz, dağlara taşlara “önce insan” yerine “önce vatan” diye nutuklar atarsanız o ülkede her türlü yağma da olur kıyım da. Kaldı ki, 7.2’lik bir depremde bunca binanın yıkılıp hasar görmesinin de tutarlı hiçbir yanı yok. Hasar görmeyen binalar pek ala 7.2’ye dayanabiliyorsa, 7.2 bazı binalarda duvar çatlaklarına bile sebebiyet vermiyorsa demek ki ölenlerin birçoğu yıllardır süre gelen kontrolsüzlüğün ve yapı-denetim kalpazanlarının kurbanıdır. İnşaat sektöründeki denetimsizlik yüzünden ölen yüzlerce insanın hesabını şimdi kimden soracağız. Normal ve sağlıklı bir ülkenin vatandaşları oturup buna “kaderde vardı ve öldüler” mi derdi?

Geçen altıncı günde Erciş’te hala insanlar çadır alamıyor ve soğuğun önüne geçilemiyor. Erciş’te an itibari ile en büyük sorun soğuk ve temizlik. Buranın iklimi kış şartlarında oldukça serttir. İnsanlar normal zamanlarda evlerindeyken bile pek zor ısınırlarken şimdi o çadırlarda ne yapacaklar kim bilir? Çünkü çadırların kenarları çamur ile desteklenmiş ve o çamurlar yağmur yağar yağmaz içeri sızıp yaşamı berbat ediyor. Şimdiden binlerce kişi başka illerde bulunan akrabalarının yanına göç etti. Acil bir şekilde buradaki insanları başka şehirlere taşımak için planlar devreye sokulmalı. Aksi taktirde ileriki zamanlarda ortaya çıkabilecek salgın hastalıkların önüne geçilemez.

Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin birçok ilinden yardımlar gelmeye devam ediyor. Fakat birçok yardım kolisinden “evdeki fazlalıklar” çıkıyor. Bu deprem birçok küçük burjuva ailenin dolaplarında pirelere terk ettikleri elbiselerini başlarından atmaları için adeta fırsat oldu. İnsanlar kendi giymediklerini sırf depreme maruz kaldılar diye bu insanlara reva görüyorlar. Yardım kolilerinden çıkan öyle giyecekler vardı ki, insan insanlığından utanır. İyilik halinin “fazlalıklar” olarak yansıdığı bir ülke burası. Bir de, organizasyon rezaleti yüzünden bazı evler aşırı derecede yardıma boğulurken bazı evler henüz gelen yardımlardan zerre nasiplenmiş değil. Köylerin durumları çok daha fena. Henüz enkaz kaldırma çalışmasının yapılmadığı köyler var. Bazı köylerden çocuklar otostop çekip Erciş’e gelip ekmek, su ve gıda malzemesi dilenip gerisin geri otostop ile köylerine geri dönüyorlar.

Kısacası, Erciş’i sadece doğal bir afet olarak deprem vurmadı; doğal bir rezalet olarak devlet aklı da vurdu. Bugüne değin hiçbir afet yoktur ki Van Depremi kadar politikanın malzemesi olsun. Bu afet bize şunu gösterdi ki, Türkiye çoktan bölünmüş de bizim haberimiz yok. Eskiden olsa, “birlik olmamız için daha kaç felaket gerek” derdik. Şimdi ise, “ayrılmak için geriye kaç felaket kaldı” diyoruz.

Sonuç olarak şunu söylemeliyim ki; bir devlet, bünyesinde bulunan halkın can ve mal güvenliğini koruyamıyor ise o devlet başka hangi kutsal amaç uğruna ayakta kalabilir? Temelini insanlığın ortak değerleri üzerine inşa etmeyen böylesi bir devlet, daha kaç depreme dayanabilir?