Ağustos’un ruhları bunaltan çöküşünden sonra Eylül okşayıcı bir ay. Nazlı ve hüzünlü de. İnsan bu ayda esin perilerini çoğaltır. Hayallere, yeni ufuklara yelken açar.

Ne var ki Eylül’ün insanlık açısından trajedik unutulmazları vardır. Elli dokuz yıl önceki devlet destekli ırkçı vahşetin tavan yaptığı 6-7 Eylül olayları gibi. 6-7 Eylül ırkçı saldırganlığı sadece lokal bir saldırganlık, Beyoğlu Taksim civarında yaşanan bir vahşet değildi. Beykoz’dan Samatya’ya İstanbul’da Rumların bulunduğu hemen hemen tüm evlere, iş yerlerine, kiliselere, okullara, hatta mezarlıklara yönelik bir saldırıydı.

İstanbul’un büyük bir bölümünde yüz bine yakın insanın seferber olduğu bu saldırılarda on beş kişi öldürüldü. Uzak semtlerde saldırılar evlerin basılması ve insanların dövülmesi şeklindeydi. Birçok kadına saldırganlarca tecavüz edildiği söylenir. İnsanlık dışı davranışlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde 6-7 Eylül olayları için Cumhuriyet tarihinde İstanbul’da yaşanmış en vahşi ‘pogrom’ hareketi olarak değerlendirmek gerçekçi bir yaklaşım olur.

Bilindiği gibi pogrom, Rusya’da 19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başlarında Yahudilere karşı devlet destekli, devletin bizzat örgütlediği kitle saldırılarıydı. Tarihsel gerçek odur ki 6-7 Eylül’de Pera’da varlıklı Rumların mallarının yağmalanmasından, Müslüman İstanbul’un kozmopolit Pera’ya olan tepkisini gösteren olaylar olarak değil devletin bizzat örgütleyicisi olduğu bir pogrom girişimi olarak bakmak gerekir. Zamanın DP iktidarının bizzat örgütlediği ırkçı bir vahşet.

Saldırılara bahane yapılan Selanik’te Atatürk’ün evinde gerçekleşen bombalı saldırının da aslında Türk istihbaratının işi olduğunu artık herkes biliyor. Şunun da altını çizmeliyiz ki 6-7 Eylül’de diğer azınlık mensupları da bu vahşi saldırının hedefi olmuştur.

Ne yazık ki 6-7 Eylül zihniyeti hala dipdiri. Suriye’deki savaşın mağduru olup Türkiye’ye gelenlere gösterilen ırkçı tepkiler devam ediyor. Afrikalılara gösterilen tepkiler ileri boyutlarda. 2 Eylül’de Tarlabaşı’nda Gael Ouadilou öldürüldü. Daha yeni, 3 Eylül’de Kaş’ta ‘pis Kürtler’ diye saldırılarak Mahir Çetin’in beyin kanaması geçirerek öldürülmesi gibi. 6-7 Eylül’ün ruhu Alevi karşıtlığında da dimdik ayakta. Başbakan Konya konuşmasında her günü ‘ramazan’ ilan ederek, cihattan bahsediyor.

Geçmişle yüzleşme bizim coğrafyamızda hep iktidarlarca engellendi. Öyle bir toplumsal psikoloji örüldü ki, ‘geçmişi kurcalamayalım, olan olmuş‘ vurdumduymazlığı şovenizmin, ırkçılığın besleyici cilası oldu. 6-7 Eylül’le yüzleşmek; bugün ötelenen Suriyeli’ye, saldırıya uğrayan Kürt’e, hınç duyulan Yahudi’ye, Alevi’ye Afrikalı’ya, Ermeni’ye sahip çıkmakla mümkün olabilir ancak.

12 EYLÜL’Ü UNUTMAYALIM

‘Eylül ve yüzleşememek’ derken 12 Eylül faşist askeri darbesini de unutmayalım. On binlerce insanın işkenceden geçirildiği, haftalarca gözaltında tutulduğu, tonlarca kitabın yakıldığı, yüzlerce gözaltında kayıpların yaşandığı, onlarca idamın yapıldığı vahşi bir militarist saldırıydı.

Kürtçeyi yasaklamak için 2932 sayılı yasa gibi ırkçı, şoven yasalar çıkarıldı. Azınlık mallarına el kondu. Zaten yetersiz olan tüm hak ve özgürlük kırıntıları askıya alındı. Emekçilere, sosyalistlere, Kürt halkına karşı kalıcı bir taarruz yürütüldü. Büyük gözaltı rejiminin kalıcı hale getirildiği bir faşist darbe. Anayasası ve kurumları önemli ölçüde hala devam ediyor. Ne yazık ki gerçek anlamda 12 Eylül’le de yüzleşilemedi. Arjantin, Şili, İspanya’daki kadar dahi yüzleşilemedi. İki general için yapılan göstermelik bir yargılamayı AKP iktidarı yüzleşme olarak yutturamaz. Darbenin tüm sorumlularının ve tetikçilerinin zamanaşımının söz konusu olamayacağı, ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’dan yargılanmaları gerekirken hiçbir savcı bu yönde bir girişimde bulunmaya cesaret edemedi.

VE YILMAZ GÜNEY

Değerli sanatçı Yılmaz Güney’in de ölümünün 30. yıl dönümündeyiz. Coğrafyamız sinemasında onurlu bir sayfa açan Yılmaz Güney aynı zamanda inanmış bir sosyalistti. Üstelik ezberci olmayan, okuyan, sezgileriyle gerçekleri yakalamaya çalışan bir sanatçı, aydın. Toptaşı cezaevindeyken ziyaret etme fırsatım olmuştu. Uzunca sohbetimizde Marksizmi Ortodoks biçimde kavramadığını gördüm. O yıllarda sadece Sovyetler ve Çin’in değil Arnavutluk’un da geri dönüş sürecinde olduğunun farkındaydı. Stalin’in yanlışlarının cesaretle dillendirilmesinden yanaydı. Özgün ve özgür düşünmeye çalışıyordu. Saygıyla anıyorum.

CHP’DE UMUT VAR MI?

Eylül ayının ilk hafta sonunda yapılan CHP kurultayı sanki havanda su dövme kurultayı gibi oldu. Anti demokratik bir kurultay örneği. Bir tek delege bile konuşturulmuyor. Sadece başkan adayları konuşuyor. Genel başkan; ne anayasa, ne Kürt sorunu, ne hükümet programı, ne de geçmişteki CHP’nin tarihsel suçları ile yüzleşmek üzerine hiçbir şey söylemedi. Hatta geçmişimizle övünç duyuyoruz diyebildi. ‘Dersimli Kemalim‘ derken Dersim katliamını dahi dillendiremedi. Basında günlerdir Kürt sorunuyla ilgili yeni açılımlar vurgulayacağı beklentisi yaratılmasına rağmen hiçbir şey açmadı. Yerel yönetimler özerklik şartı vurgusu dışında kayda değer bir sözü yoktu.

Sağcılaşarak sağcılardan oy alma eleştirisini ise yanıtsız bıraktı. CHP’de sosyal demokrat olma açısından umut var mı? Çok zor, umutsuz vaka. Genel merkezin muhalifi daha da beter. 1930’lar kafasıyla muhalefet ederek solcu olduğunu zannediyor. Farklı etnik kökendeki çocuklara resmi dili öğretelim diyor. Neden CHP’li vali, CHP’li kaymakam olmasın diyor. ‘Devlet eşit parti’ anlayışını çok özlemiş. Tek parti, AKP zihniyeti gibi. Devlet eşit parti iktidar anlayışı. CHP’de özgürlükçü sol bir muhalefet olsa ve dört yüzü aşkın oy alsaydı belki bir ihtimal günün birinde bu parti sosyal demokrat olabilir tahmini yapılabilirdi. Ne var ki amorf, ilkesiz, felsefesiz merkezin muhalefeti milliyetçi, tekçi, devletçi özünde sağcı bir muhalefet.

Yine de enseyi karartmayalım. Eylül’de güzel düşüncelere, özgürlükçü ufuklara kulaç atalım.