deniz kenarlarında en mutlu hali ile çekilmiş ve en büyük şiir cümlelerinin kurulduğu arkadaş toplantılarının fotoğraflarının paylaşımı kadar gerçek bir hayat arzusu içindeyim bugün, dokunmayın bana..

göstermek istediğimiz ama bize ait olmayan ruhumuzun en derinliklerinde saklı duran çöplüğün ve kötülüğün aslında aman da ne kadar güzel olduğu, aman da ne kadar çok bizi seven ve her daim çevremizde bulunan arkadaşlarımızın bulunduğu ve aman da ne çok eğlendiğimiz..

hepinizden ne kadar da tercih edilesi bir hayatımız olduğunu gösteren ah o fotoğraflar ve ah büyük büyük laflarımızla dolu, göstere göstere yaşadığımız sayfalar…

bu ülkede yaşayanların bahar yanı ah işte bu kadardır. bunların ‘kar altında deniz düşü görmek’ olduğunu sanan sanal alem şairleri bu sözüm sizedir; yaşadığınız ve bize yaşadığınızı gösterdiğiniz şey yalandır, hayal bile değildir, sadece imajlar dünyasında oluşturulmuş yarı aydın payımıza düşendir..

ama bu memlekette yaşamak esas olarak; bil-e-mezliğin, her an değişebilirliğin, hiçbir şey değişmez ama her şey her an değişebilirliğin, yokluğun, varlığın, faşizmin, insan severliğin, her şeyin ama her şeyin hep bir arada bulunmasına duyulan sınırsız tahammülle tedavi edilebilen ağır bir hastalık gibi.. hem bu hastalıktan ağır muzdarip olmak ve hem bu hastalıkta alacağı sancı kesiciye duyulan bağımlılık gibi yaşamakta ısrardır…

her an değişebilirliğin ruhlarımızda yarattığı o ağır tahribatı anlamak için, yüzyıllardır yazılı bile olmayan yasaları hep var olan ülkelerin halklarını düşünüyorum.. bizim kadar yorulanı var mıdır acaba, yoktur..

bir yandan hukukun mu ayaklar altına alındığını yoksa hukuka muhtaçların mı insanlığı ayaklar altına aldığını izlemeye çalışırken, dokunulmazlık, dokunulurluk, kim kime dokunursa meşru olurluk tartışmaları içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.. hukuk tektir, herkese eşit uygulanır, yazılı olmasa da yaşam hakkı tektir, herkes yaşama hakkına sahiptir, öldürme hakkı diye meşrulaştırılmış bir alan olmamalıdır derken, biryandan katillerimizi birbirinden ayırarak sevmek ya da sevmemek tercihleri arasına sıkıştırılmış haldeyiz..

tarihimizde şunu mu yaptık bunu mu öldürdük konuşmaları arasında en samimimiz bile dedesinin babası dışında herkesin soykırımcı olabileceği ihtimali ile yalan masallar yazıp sözüm ona ne kadar duyarlı olduğunu sergilerken, bugünün soykırımının insan kıyımının genç kıyımının ve en kötüsü de ruh kıyımının katili olabileceğini düşünmeden, bazen de insafın bile sınırlarını zorlayarak yayınlanan öldürülmüş insan fotoğraflarını beğenip beğenip duruyoruz..

siyasetimizle insanlığımız arasında, vicdanımız arasında kurduğumuz bağ ne kadar zayıf olursa o kadar iyi siyasetçi mi oluyoruz, bilmiyorum, belki de.. ama vicdanın en çok küçümsenen şey olduğunu fark ederek kendi vicdanımızı saklamaya çalışıyoruz kendimizden bile.. böyle bir hayat, böyle bir siyaset böyle bir hukuk, böyle bir yaşam tarzı, bizim hak ettiğimiz midir, daha da önemlisi bizim dışımızdakilerin hak ettiği midir, sanmıyorum.. öldürmenin, öldürme tehdidinin çığlıklarına kulaklarımızı kapattıkça bizim de durumumuzun suç ortaklığı olduğunu anlayamayacak kadar yabancısı olduğumuz bir hayatı devşirdiğimiz ortada gibi değil mi..

evet farkındayım bu metal yorgunluğunun sebeplerini yazmaya başlamak bile benim için karanlıktan çıkmaya çalışmak arzusudur ama bu arzunun içinde bir yandan da o karanlığın taa dibine kadar inmeyi arzulayan bir kedi merakımın da olduğu gerçek..

sıradan ve kimseye bulaşmadan yaşama isteğinde olan, evinde kendisine ve sevdiklerine yemek pişiren kadının ya da adamın mutfağındaki güvenliğinden başka ne olabilir ki hayat.. ne kadar olabilir ki, insan en çok evinin mutfağında hayal kurar, basitlenen o özgürlüğü teminden başka neye yaramalıdır ki siyaset.. hayal kurma yeteneğimizi kaybettirmeyen siyaset ve yaşamlar için;

neşeli ve hayatın kanıyla kendisini ortaya atarak dalga geçmekten hoşlanan, beni kendi olurundan bu kadar uzaklaştıran şeyin ne olduğunu biran önce bilmek isterdim..

bir an önce ve daha çok yalana ihtiyacımız var..

gerçekleri ciddilere bırakarak yol almalı..