Ahmet Altan soruyor: “Ekonomi bu kadar iyi giderken, siyaset niçin bu kadar berbat?” Sonra kişiselleştiriyor: “Ekonominin başında Ali Babacan, Mehmet Şimşek varken içişleri Naim Şahin’e nasıl bırakılır?”

 

Sorular doğru, şaşkınlık haklı. Ama zaten tam da bu konu, Türkiye’nin temel sorunu.

 

O sorun belki şöyle de formüllenebilir ve özetlenebilir: tarihinde demokrasi deneyimi olmayan, bunu ancak “kitabî” denebilecek yollardan ve yarım yamalak öğrenebilen bir toplumun, kendini demokratikleşen bir dünyaya uyarlama çabasında bocalamaları.

 

Bu aslında hiç de özgün, benzersiz bir durum değil. Kimse anasından “demokrat” doğmadığına göre, herkes bunu el yordamıyla ve tabii bocalayarak öğrendi. Dolayısıyla burada “onlar” ve “bizler” arasında özsel bir farklılık değil, bir “zamanlama” farkı sözkonusu.

 

Ama tarih, her toplumun aynı dönüşümlerden geçerek ilerlediği, başı ve sonu önceden saptanmış bir “koridor” değil. “Biz daha geç başladık, demek ki faraza on beş yıla kadar oraya varmış oluruz” diyecek bir durum yok. Varolan yapı seni bambaşka yönlere de sürükleyebilir.

 

“Nereden başladık” sorusuna karşılık, “Büyük ölçüde kapitalizm-öncesi, sanayi-öncesi, tarımsal bir mülti-etnik imparatorluk yapısı” diye cevap vermek, çok kısa ve şematik olsa da, herhalde yanlış değildir. Bu yapı çoktan “anakronik” hale gelmişti. Değişmesi gerekiyordu. “Değişim yönü” o dönemde büyük ölçüde “ulus-devlet” olarak belirlenmişti. Ama bunu gören ve bunu gerçekleştirmek üzere harekete geçenler toplumun tamamını veya çoğunluğunu temsil etmiyorlardı. Nesnel olarak edemezlerdi ama zaten öznel olarak da öyle yapmak istemiyorlardı. Çünkü onlar o karmaşık yapı içinde bir kesimin bir biçimde düşünen sözcüleri, öncüleri, temsilcileriydi. İmparatorluğun son on yılını yönlendiren İttihatçılar’la Cumhuriyet’in kurucuları arasında bu genelleme düzeyinde bakıldığında çok önemli bir kopuş yaşanmadı. Yani, 1908’den beri, “durum devam etti”.

 

Başka kelimelerle söyleyecek olursak, dağılan imparatorluktan geri kalanı bir “modern toplum” haline getirecek güç, kaçınılmaz olarak bu Jakoben esinlenmeyle eyleme geçmiş bu seçkin azınlıktı. Zihinlerinde, olan toplum kavramı değil, olmayan ama olması istenen toplumun biçimleri vardı. Bu da yöntem olarak “zorlama”yı zorunlu kılıyordu.

 

Zorlanan adam ne yapar? Kendini güvende hissedeceği kovuğa girer. Uzun lafın kısası, mülti-etnik imparatorluğun normal cemaat yapıları, bu kovukları oluşturuyordu. Paradoks şurada: yönetici seçkinlerin “modern toplum” yaratmak üzere başvurdukları, “zor” içeren yöntemler, modern-öncesi cemaat yapılarını güçlendirdi. Bir tek ekonomi, yapısı gereği, bu çok-parçalı yapıya, üzerinde gezinecek bir ortak zemin yaratabildi. Bunda, o “dönüştürücü irade”nin ekonomi üzerinde ciddi bir anlayışı, felsefesi, denetimi olamamasının da dolaylı payı olabilir. Bu toplumun özgürlük alanı, “ekonomi” oldu. Verilecek dünya kadar örnek var tabii ya, ben, Edirne’den Hakkâri’ye kurduğumuz betonarme anonim “kent”in, bu özgürlüğün kullanım biçiminin en çarpıcı simgesi olduğunu söylemekle yetineyim.

 

“Yönetici klik”te bir değişiklik oldu gibi görünüyor, 21. yüzyılın başından bu yana... Ama bu konuma tırmanmayı başaran güç, bu koşullarda, bir “cemaat” değil de ne olabilir? Yıllarca evinde oturup penceresinden öfkeyle dünyayı seyretmiş, yapılanlardan, gördüklerinden hoşnut kalmamış, “Ben olsam şöyle yapardım” diye içinden kurmuş, ama onu bırakmadıkları için bir türlü “şöyle” yapamamış biri... Kendi komşularından başkasıyla konuşma alışkanlığı yok; zaten onlara güvenmiyor.

 

Sonra, bir gün, “gel, sen yap” diyorlar çoğunluk diyor.

 

Osmanlı’nın (“resmî” tarihçi dönemlendirmelerine göre) “Duraklama Devri”, “Gerileme Devri” vb. vardı. Şimdi galiba Cumhuriyet’in “Bocalama Devri”ndeyiz. Bu tarihî kâbustan sıyrılıp demokrasiye geçmenin belki eşiğindeyiz. Yani yol hâlâ çok uzun.