Hakan Emre Ünal’ın tek kişilik oyunu Trom’da göç hikayesi anlatılıyor. Oyunun yazarı Rolando Topor kendi hikayesinden yola çıkıp Masanın Altında Kış adıyla yazmış hikayeyi.
 
Hakan Emre Ünal dedesinin Adıyaman’dan göç ederken giydiği ceketi sırtında, başında kışı temsil eden şapkası başında, ayakları çıplak: bize metnin hangi karakterlerinin onu etkilediğini anlatıyor.
 
Metin bir çevirmen olan Bayan Floranse ile onun evinde masasının altında yaşamaya başlayan Dragomir’in ilişkisi üzerinden göç duygusal yansımalarına şahitlik ediyoruz.
 
Hakan Emre Ünal oyun boyunca sık sık “Hayal edin” diyor. Elinde minik bir saksı çiçeği var. Bayan Florans ona hoş geldin hediyesi olarak almış. Bunu bana aldınız diyor Dragomir, şaşkın, sevinçli.
 
Seyirciye dönüp minik saksı çiçeğinin aslında bu zamana kadar bir bonzai olduğunu ama bu kadar oyuna çıktıktan sonra hastalandığını şimdi bakıma aldığını o yüzden iyileşme sürecinde olduğunu elindeki minik sarmaşığı bizim bozai olarak hayal etmemizi söylüyor.
 
Bir diğer adıyla Japon Bahçesi.
 
Sahnede olan diğer unsurlar, tahta bir bavul, birbirine bağlı makaralar, Bayan Florans ile ortak kullandıkları çöp tenekesi, köyünden ayrılırken ona köyün ninesinin verdiği örgü hırka, sevgilisi intihar ettikten sonra deliren adam verdiği sopa, kuzenin yeleği ve şapkası.
 
Ben hayal etmeyi abarttığımdan mıdır nedir? O minik yeşil saksıya baktığımda gerçekten her seferinde bir Japon bahçesi gördüm.
 
Bayan Florans ile Dragomir’i birbirine bağlayan iki unsurdan biri Dragomir’in ana dili. Çünkü tesadüfe bakın ki onun köylüsü bir adamın kitabını çeviriyor kadın o yüzden de sürekli kelimeler soruyor hangi manaya geldiklerini öğrenmek için.
 
Bir diğeri de Bayan Florans’ın yakasının üst düğmesi oluyor.
 
Çalışırken kadın yakasının üst düğmesini kaybediyor. Evin içinde arıyor ama bulamıyor düğmeyi.
 
Bu arada her ne kadar tersini söylese de dağınık bir kadın Bayan Florans ama bunun hiç önemi yok. Onun en güzel yanı insanı yanının yüksek olması. Çünkü hiç tanımadığı birini bir odadan oluşan evinde çalıştığı masanın ki masası değerli olmalı tüm günü orada geçiyor çünkü onun altında yabancı birinin yaşamasına izin veriyor.
 
İşte o yüzden Hakan Emre Ünal ve Dragomir için değerli biri Bayan Florans hatta ikisi ona aşıklar.
 
Hakan Emre Ünal bu zamana kadar onu kendisinden başka oynayacak hiç kimseyi bulamamış. Kıyamamış.
 
İşte o düğme kaybolduğunda Bayan Florans masanın altına inip adamla birlikte düğmeyi arıyor. Sütyenin kopçasını açmasını istiyor Bay Dragomir’den o da pantolonun cebine elini sokup düğmesini aramasına izin veriyor. Ama düğme Japon Bahçesinde çıkıyor ortaya.
 
Bay Dragomir masanın altında yaşamaktan mutlu. O ressam aslında. Ama köyünden göç ettiğinden beri ayakkabıcılık yapıyor. Yanında kağıtlarını kalemlerini getirmiş arada Bayan Florans’ın ayaklarının resmini çiziyor. Daha kötü yerlerde kaldığı için yerinden şikayet etmiyor.
 
Kuzeni bir köyünden çıkıp geliyor ve evin havası değişiyor. Evde artık hep neşe hakim. Dans ediyorlar şarkı söylüyorlar.
 
Kuzen keman çalıyor. O da köyünde çıkarken kemanından başka bir şey almamış yanına.
 
Yalnız Hakan Emre Ünal keman çalmayı bilmiyor o yüzden elinde bir mızıkası var ve biz onun keman çaldığını hayal ediyoruz. Kulağı iyi olmayanlar için müzik hafızası olmayan seyirciye yardım da ediyor sanatçı, hangi şarkıyı çaldığını anında hatırlatıyor. Damdaki Kemancı, Çingeler Zamanı falan gibi.
 
Hakan Emre Ünal, oyuna başladığından itibaren neden bu oyuna tutkun olduğunu da anlattı seyircisine. Karakterlerine vurulmuş, içselleşleştirmiş. Yakın süreçlerden geçtiklerini düşünüyor duygusal manada. Uzun süre bu oyunla meşgul etmiş kafasını. Her vesile de bu oyunu anlatmış insanlara.
 
Kendi oyunculuk serüveninde gelişimine yardımcı olması için ilgili okulu bitirmekle yetinmemiş kurslara da gitmiş. Orada ona karaktere ne kadar uzak olursa o kadar iyi karakteri canlandıracağı söylenmiş.
 
Oysa Masanın Altında oyununda en çok kendim oldum diyor sanatçı.
 
Benim de gittiğim yazarlık atölyelerinde benzer şeyler söylendi karakterler hakkında. Bir karakteri canlandırdığımızda artık onun peşine düşeceğimizi bizim kontrolümüzden çıkacağını öğrendim.
 
İçselleştirdiğim bir hikayemde artık karakterim gibi hissetmeye başlamıştım. Etrafıma onun gözüyle bakar olmuştum. Sanki ben değil o olmuş sokaklarda geziyordum. Atölye hocam kendisin de yazarken böyle duygulara kapıldığını söylemişti. O zaman kendimi yazar gibi hissetmiştim.
 
Hakan Emre Ünal da bu metinde kendini karakterlere meseli değil bizzat onlar gibi hissettiğini söylüyor. Onlara yakın hissediyor kendini. İşte o yüzden anlatması gerekiyor.
 
Anlatmak ve sıyrılmak istiyorum diyor.
 
Oyun çıkışında konuştuğumuzda üç senedir oyunu sahnelediğini 57. Oyun olduğunu söyledi. Artık değiştim dedi.
 
Değişmesinin sebebi oyunu anlatması herhalde. Anlattıkça oyunun dışına çıkması.
Anlatırsınız ve artık sizden gider.
 
Cieron yazmasaydım ölürdüm der. Onun gibi bir şey herhalde.
 
Dragomir köyünde özlediği insanları anlatıyor. Sanatçı Onların karakterlerine bürünüyor. Tek kişi de o kadar çok oluyor ki belki de o kadar çok hayal et diyor ki insan hayal etmeden duramıyor. Birbirine bağlı makaraları gösterirken, neşeli birbirine bağlı aileyi anlattığında onları gerekçen görüyorsunuz. Sürekli evden kaçan kızıl saçlı oğlanın turuncu makarada muzip halini hayal etmeniz kolay oluyor.
 
Dil, nesneyle öznenin bağından meydana gelirmiş ya. Bunun için bizim dışımızda yani duyduğumuz kelimeleri zihnimizde canlandırmamız artı düşünmemiz gerek. Bunun için doğru kelimeler yeterli galiba.
 
Belki de ortak hafızada buluşmak böyle bir şey.
 
Bütün köye örgü ören yaşlı kadını, sevgilisinden ayırıp zorla kasapla evlendirilen sonra da buna dayanamayıp intihar eden kadını, ardından bu acıya dayanamayıp çıldıran, aşklarını köyün çocuklarına anlatan aşığı, köyün o ruhunu kalabalığını hayal etmemeniz mümkün değil. Hepsi oyuncunun kelimelerinden sanki bir projeksiyonla sizin zihninize yansıyor çünkü.
 
Bazen oyundan sıyrılıyor sanatçı ve kendi oluyor. Sözgelimi sevmediği karakterlerden bahsediyor. İleride diyor hayalim bu oyunu yönetmek. O zaman oyunda gereksiz bulduğum hiç sevmediğim iki karakteri atabilirim. Bunlardan biri Bayan Florans’ın editörü diğeri de kadın arkadaşı. İkisinden de hoşlanmıyor.
 
Onlar sıradan insanlar ve onların ilişkisini anlayamayan yüzeysel bakan, ilişkiyi ruhsuzlaştıran insanlar.
 
Bayan Florans’ın hiç tanımadığı birini nasıl evine aldığına inanamıyorlar mesela.
 
Zamanla yalnızlaşıyor Dragomir. Kuzen arada bir Bayan Florans’ın kız arkadaşında kalmaya başlıyor. Bayan Florans da arada gidip editörünün evinde çalışmaya başlıyor.
 
Bir rüya görüyor Dragomir, kuzeninden tüm köyün ahalisinin bir şekilde kaza geçirip öldüğünü öğrendiği insanları rüyasında başına üşüşüyor. Polis onu tekmeleyip olmayan evraklarını soruyor.
 
İşte tam o sırada Dragomir karakterinden sıyrılıp sanatçı rüya gördüğü masanın altından hızla çıkıp ayağa kalkıyor ve ne kadar sıkıntılı zamanlar geçirdim ben bu adam yüzünden diyor. Sürekli düşünen ve düşünmekten başka işi olmayan bu adam yüzünden yaşadıklarına isyan ediyor. Kendi sürecine de isyan ediyor elbet.
 
Dragomir de artık masanın altında yaşamak istemiyor. O yüzden ayrılmaya karar veriyor.
 
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım ara verildiğinde hayıflandığım canımın sigara içmek için bile yerimden kalkmayı istemediği, güzel bir oyunun içinden geçtim.
 
Hayal kurmayı bilirim. En iyi yaptığım şeylerden biridir.
 
Ama hayal kurmaya teşvik edilmek hele bir de bu becerimin bir araç olduğuaynı dili konuştuğum insanlarla bir arada olmak şahane bir şeydi.
 
Bu arada Trom’un ne manaya geldiğinden de bahsetmem gerek.
 
Bayan Florans bir gün yazısında Trom ne demek diye soruyor aşağıda ayakkabı tamir eden adama. Çok geniş bir anlamı var diyor adam.
 
Örgü ören nineye sorsanız, örgü örmek der, Dragormer’in anneme sorsanız, sensin oğlum der.
Trom, sessiz bir tebessümdür.
 
Hayatı karşılama şekli belki de.
 
Güzel Günlerde Görüşelim.