Türkiye’de arabesk müziğinin çıkış tarihi ya da bu müziğin altın çağını yaşadığı, 80’lerin köyden kente göçün hızlandıkça hızlandığı, gecekondu evlerin bir gecede kurulup mahalleleştiği dönemdir. Kentleşememenin, daha doğrusu kentleşmenin artığı gibi hor görülen, en derinlerde bile olsa “ben buyum” la adeta haz duyan, aşağılanmayı yüreğinin ta derinlerinde yaşayıp hissederek, acıyı arzulamanın gurura ve hazza dönüştüğü evredir de.

Arabesk müziğinin anlamını tek bir sözle açıklamak mümkünse, “Yoksun, o halde kendimi öldüreceğim,” olur muhtemelen ve bu söz buna hiç de fazla gelmez.

Hiçbir zaman yanında göremediği sevgilisi bir kadın olarak düşünülse de çoğu defa (arabesk müziği yapanların çoğu erkektir, istisnalar kaideyi bozmaz burada da), bazen bir devlet büyüğü, bazen tanrı, bazen de devletin ta kendisidir aslında.

Arabesk şarkılar, her ne kadar “İsyanlardayım!” sözünü bolca haykırmış olsalar da işin özü var olan düzeni değiştirmeye asla kalkışmamışlardır.

Bu nedenle kurulu düzen tarafından da hiçbir zaman tehdit olarak algılanmamışlardır.

O halde gün gelir, bunlardan biri lütfedip elini uzatarak bir davet yolladığında elbette ki arabesk müziğinin ruhunda olanın, yani kabul görüleceğinin sevincini (bu kadar arzulamak varken şimdi bu fırsat eline geçmişken neden hayır desin) gerçekleşeceğine şaşırmamak gerekir. Ama tam da burası biraz ironi taşır, ulaşılmaz olanın artık ulaşılır olduğundan arabesk burada son nefesini verir, kısacası boynuna ip geçirilip öldürülür, nitekim haz duyulan yokluk artık varlıkla taçlandırılmıştır.

Bu nedenledir ki MESAM’a kayyum atanmasına, yıllarca arabesk müzik yapmış birisi olarak Orhan Gencebay’ın “Ben bilmem devletim bilir” duruşu hiç de şaşırtıcı gelmemelidir.

Çünkü arabesk düzeni yok eden ya da yeniyi kutsayan değil; aksine eskiyi, var olan düzeni muhafaza etmeye çalışan bir tür olarak varlığını sürdürmüştür hep.

Nitekim yukarda da değindiğim gibi yeniye uyum sağlayacağına “ben buyum” la hep gururlanan bir aklın buyruğunun etkisinde olmuştur.

 Arabesk ancak sevgilinin yokluğundan duyulan acı karışımı bir haz olarak kalabilmiştir maalesef, ama daha fazlası asla değil.

Bu nedenle ne Orhan Gencebay’ın, ne de ne yaptığı belli olan Yavuz Bingöl’ün, ya da Yeşilçam’ın arabesk yüzlü güzeli Hülya Koçyiğit’in tercihlerinde bir yanlış anlama vardır; aslında tam da ruhlarında olanı ortaya koymuşlardır.

Bize de düşen arabeskin ruhuna yaraşır bir biçimde acı duyma kalsa bile, arabeskin özünü biraz daha tanımış olmakla yetinmek olsun.