10 Ağustos’ta Türkiye, Cumhurbaşkanlığı seçimi için sandık başına gidiyor. Yurtdışında oy kullanımı başladı da bitti bile… Türkiye siyasal sisteminde ve geleneğinde Cumhurbaşkanının yeri ve seçilme yöntemi hakkındaki tartışmayı bir yana bırakalım. Aslında bu seçim Türkiye’nin siyasal sisteminde bir değişikliğin simgesel ve pratik olarak bir göstergesidir.

Artık, Tanzimat ve Cumhuriyet dönemine şekil veren, birçok kurumunu Devrim Fransa’sından ödünç alınan 150 yıllık bir geleneğe nokta koyuluyor. İlhamını pozitivist Fransa’dan alan Osmanlı-Türk modernleşmesi içerisinde ulusçuluğun ve geç-uluslaşma sürecinin itici gücünü oluşturan bir ittifak olarak İttihat ve Terakki, padişahın tek adamlığına karşı milli iradenin cisimleştiği ve temsil edildiği parlamentarizmi benimsemişti. Cumhuriyet döneminin Rousseau’nun çoğunlukçu “genel iradesini” temsil eden Parti ve Meclis’i de bu geleneği sürdürmüştür. 1961 Anayasası yine parlamentarizmi kabul ederken devletin bekçisi olarak ve vesayeti temsilen Cumhurbaşkanının konumunu ve Anayasal Kurumları düzenlemiştir. 1982 Anayasası ise güçlü yürütme anlayışına meylederek Cumhurbaşkanının sembolik yetkilerini arttırmış, O’na özellikle devlet ve toplumu yönlendirecek Yüksek Yargı Kurumlarının, YÖK’ün ve diğer Anayasal kurumların üyelerinin atanmasında geniş yetkiler tanımış, MGK Başkanlığı görevi vermiştir.

2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde çıkan 367 krizini fırsat bilen AKP bir Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının iki dönemi geçmeyecek şekilde 5 yıllık süre için halk tarafından seçilmesini referanduma götürdü ve kabul edildi. Aslında bu kadar popüler, halka hoş gelecek bir teklifin %30,1 Hayır oyu alması yüksek bile sayılabilir. Ancak tüm siyasi yazarların ve hukukçuların kabul ettiği gibi bugünkü Anayasa ile Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi rejimi yarı-başkanlığa doğru kaydırabilecektir. Üstelik yürütmeyi denetlemesi gereken yargı kurumu üyelerinin bu kadar geniş şekilde Cumhurbaşkanı ve Meclis tarafından seçildiği ve atandığı bir ortamda Cumhurbaşkanı – Meclis çoğunluğunun bir arada bulunduğu dönemlerde (cohabitation) tüm denetim – dengeleme araçlarının devre dışı kalabilme olasılığı da oldukça güçlüdür.

Aslında bu sistem yeni Türkiye’nin ve yeni dünyanın getirdiği bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Türk siyasi hayatında modernleşmeci-ulusalcı-laik İttihat Terakki – CHP çizgisinin karşısında yer alan gelenekçi-muhafazakar-popülist çizginin tek adama biatçi, katılımcı olmayan, “güçlü yöneticiler yapsın bizi de görürler” ya da “büyüklerimiz bilir”ci yapısı böylesi tek adamları her zaman üretmeye meyillidir. Öte taraftan ise 1980’ler sonrası yeni ekonomik-politik küreselleşme dalgası dünyayı yeniden şekillendirme ve paylaşma sürecinde üstte güçlü-merkezi küresel kararlara katılacak-uygulayacak işbirlikçi yönetimler ile aşağıda ulusalcılıktan uzaklaşmış yerel-dağınık merkezi kararlara katılmayan ancak kendine dönük mikro politikalara katılan kitleler düşünmektedir. Bu bakımdan yarı-başkanlık ya da diktatörlükler özellikle az-gelişmiş ülkelerin rejimi olarak ağırlık kazanmıştır.

* * *

İki turlu sistemde ilk turda seçmenler kendi tercihlerine göre oy kullanmaları, ikinci turda ise adayı elenen seçmenlerin kalan iki aday içerisinde uzlaşabilecekleri, tercih edebilecekleri, bir anlamda kötünün iyisi olarak gördükleri bir adaya yönelmeleri ve seçim sonunda çoğunluğun ilk iki tercihi içerisinde sayabildiği adayın kazanmış olması beklenir. Bu sistemin sinsi yüzü ise uç adayları eleyerek merkez adayları güçlendirmesidir. Bu sayede bir uç aday ilk turda çoğunluğu kazansa da ikinci turda merkez sağ ve sol “yok aslında birbirimizden farkımız” ya da “pasta elden gidiyor” diye birleşerek “tehlikeyi” bertaraf edebilmektedirler. Bunun örnekleri Fransa’da sıkça görülebilmektedir. Ancak aceleye gelen Anayasa değişikliği ve yasal düzenlemeler sonucu Cumhurbaşkanı adayları eski sisteme göre yani ancak Meclis grupları ve ya parlamenterler tarafından gösterilebiliyor. Bu durum bir halk seçiminde halkın değişik kesim ve görüşlerinin aday çıkarma yetisini kısmaktadır.

Gelelim seçimlere…

Türkiye’de barajlarla oluşturulmuş yapay siyasi yelpaze ve Cumhurbaşkanı aday gösterme yönteminin çarpıklığı sonucu bu seçimde üç aday çıkmıştır. Aslında, 1960’lardan günümüze siyasi hayatı gözden geçirdiğimizde irili – ufaklı kendini göstermiş siyasi hareketlerin bu seçimde en az 6 – 7 adayı yarıştırması beklenebilirdi. Ancak elimizde adaylar olarak zaten tek adamlığını ilan etmiş AKP’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan, CHP-MHP’nin çatı adayı Ekmellettin İhsanoğlu ve HDP’nin diğer demokrat – devrimci güçler destekli BDP adayı Selahattin Demirtaş vardır. Erdoğan ve AKP açık açık siyasi Cumhurbaşkanı ile yarı-başkanlığa yakın bir yönetime geçeceğini söylemektedir. Hatta bu durumda yakın gelecekte fiili durumu resmiyete dönüştürecek bir Anayasa değişikliği beklenebilir. CHP – MHP ise yukarıda değinilen rejim değişikliğini reddeden ve göz ardı eden bir tutum göstererek, siyasetin içinden gelmeyen bir aday göstermiş ve referandumu yarı-başkanlık ile parlamenter rejimler arasında bir seçime dönüştürmeyi hedeflemiştir. Aday seçiminde ise 30 Mart seçim sonuçlarına bakarak demokrat – ilerici çevrelere yakın bir aday yerine MHP ile uzlaşabileceği ve muhafazakâr AKP’lilere de hoş gözükebilecek bir aday seçmeye çalışmıştır. Özellikle HDP’nin 30 Mart seçimlerindeki Kürt illerindeki başarılı ancak genelde başarısız sonuçları CHP’yi daha demokrat bir isme kaymaya zorlayamadı. Tabi adaylarının uluslararası alanda ABD ile yakınlığı da dikkat çekmektedir. Ancak bu taktiğin gerek aday seçimi gerekse de siyasal hayatın güncel gerçeklerine uyumsuzluğu nedeniyle başarılı olma şansı pek gözükmüyor. Selahattin Demirtaş ise halkın içinden yürüttüğü kampanya ve beklenmediği kadar Erdoğan – AKP muhalafeti ile adını alternatif bir aday durumuna yükseldi ve demokrat aday boşluğunu tek başına doldurmaya çalışıyor.

Bazı seçim anketlerine ve AKP’nin genel beklentisine dayanarak Erdoğan ilk turda %50’den fazla oy alarak seçilmeyi beklemektedir. Erdoğan’ın bu beklentisi aynı zamanda BDP dışında kendisine karşı blok oluşturulan 2007 ve 2010 referandumlarına da bakmasından kaynaklanıyordur. 2007 Anayasa referandumunda % 69,9 ve 2010 referandumunda % 57,88 oranında “Evet” oyu çıkmıştır. Öte yandan, 2010 referandumunda “yetmez ama evetçi” olarak anılan liberal – demokrat oylar ile arası henüz bozulmamış “cemaat” Erdoğan’a destek çıkmış BDP ise doğu illerinde boykot uygulamıştır.

Yukarıdaki sonuçlar ışığında 30 Mart seçimlerine bakılınca da fazla bir etkisinin olmadığı tahmini yapılan “demokrat – liberal” ve “cemaat” oyları göz ardı edilirse Selahattin Demirtaş ya da aynı çizgiden biri aday olmasaydı kim olsa olsun Erdoğan’ın büyük ihtimalde ilk turda seçileceği tahmin edilebilirdi. Demirtaş ilk tur sonunda elenirse de Kürt illerindeki HDP tabanının sandığa gitmemesi ya da serbest kalması sonucu Erdoğan’ın ikinci turda kesin olarak seçilmesi beklenebilir.

Erdoğan’ın ilk turda seçilme olasılığını bir kenara bırakırsak asıl tartışması eğlenceli olan ikinci tur seçimleridir. Erdoğan’ın en kötü ihtimalle ikinci tura kaldığını kabul edersek, elenen adayın tabanının ve oylarının ikinci tercihi –başka bir deyişle kötünün iyisi algısı- ne olacaktır?

CHP – MHP ittifakında MHP sessiz dururken özellikle kendi ulusalcı tabanı ve demokrat oyları ikna etmekte zorlanan CHP son günlerde seçimi Erdoğan karşıtlığına endeksleyerek bu oyları geri kazanmaya çalışmaktadır. Ekmelettin İhsanoğlu’nun isminin açıklandığı günlerde AKP’yi susturacak kadar sert muhalefet eden ulusalcılar (Oda TV gibi) aday gösterme süresi dolup kendilerine yakın bir aday için 20 milletvekilinin imzasını bulamayınca sert bir “U” dönüşü gösterdiler ve duruşlarını Erdoğan – karşıtı olarak konumlandırdılar. CHP’ye göre Türkiye’nin en önemli ve acil gündemi Erdoğan’ı göndermektir… Erdoğan’ı göndermek bu ülkeyi seven herkesin en önemli gündemi olmalıdır... Bunun için ilk turda, olmadı ikinci turda yurtsever herkesin çatı adayda birleşmelidir... CHP’nin ve İhsanoğlu taraftarlarının argümanları basit;

“Erdoğan hırsızdır”

“Erdoğan diktatörleşmektedir”

“Erdoğan Gezi’de sizlere saldırdı”

“Erdoğan vatanı satıyor”

“O zaman Erdoğan’a karşı bize oy verin” hatta “Erdoğan – İhsanoğlu arasında yapacağınız seçim sizin yurtsever ya da demokrat olup olmadığınızın bir testi olacaktır”

Oysaki Erdoğan karşıtı propagandanın başarısız olduğu ve Erdoğan’a yaradığını şimdiye kadar anlamış olmalıydılar. CHP özellikle kendi özel koşullarında ikinci turda Erdoğan – İhsanoğlu eşleşmesi olursa Erdoğan’a oy verebilecek ya da boykota gidecek Kürt seçmene büyük öfke duyuyorlar. Oysaki oy alamadığı Kürt bölgelerinde doğru dürüst bir çalışma yapmayan, Sezgin Tanrıkulu’nu bile ancak İstanbul’dan seçtirebilen, Binnaz Toprak, Rıza Türmen gibi isimleri pasifize eden CHP bir iki ziyaret ve ajitasyon ile bu durumu değiştirebileceğini mi zannediyor? Peki 1991’deki SHP – HEP ittifakı sonrası kendi seçmeninin tavrını bugüne kadar hiç düşündü mü ya da dönüştürmek için hiç çalıştı mı?

Selahattin Demirtaş ise halka yakın mütevazı yapısıyla, tabu yıkan söylemleriyle ve enerjisi ile seçimin parlayan yıldızı olmaya aday. Demirtaş’ın insan hakları, halkların eşitliği, özgürlük gibi kavramları telaffuz etmesi, “tek millet, tek dil” gibi faşizan söylemleri reddetmesi ile bu ortamda nefes alınacak bir alan açıyor. Kürt, Alevi, demokrat oylar için seçimlerde bir potansiyel oluşturuyor. En beklenmedik zamanda Gezi’de böylesi kitlesel, yaratıcı ve mizahi bir direniş yaratan gençler ve vatandaşlar Selahattin Demirtaş ile yine bir sürpriz yapabilirler, rejime ve muktedirlere büyük bir şaka yapabilirler.

Asıl eğlenceli nokta da bundan sonra başlar…

2. tura Erdoğan ve Demirtaş kalırsa yukarıda dillendirilen “yurtseverlik ve demokratlık testi” CHP – MHP seçmeni için de geçerli olacak mı? Tek hedefin Erdoğan’ı devirmek olduğunu söyleyenler ve İhsanoğlu’na oy devşirmeye çalışanlar bu kez Erdoğan’ı devirmek için Demirtaş’a mı oy verecekler? Eğer söyledikleri gibi asıl gündemleri hırsız, arsız diktatörü devirmekse ve sadece bu güdüyle hareket etmek gerekiyorsa 2. Turda gönül rahatlığı ile Demirtaş’a oy vermeleri gerekecektir. Yoksa binlerce bahane – söylenti üretip “aslında yok birbirimizden farkımız, asıl derdimiz tekçi, faşizan rejimi kutsamak” diyerek Erdoğan’a mı meyledecekler? 1991 seçimlerinde bugünün ulusalcı CHP tabanının barıştan yana değil faşizan rejimden yana tutum alarak sağ ve milliyetçi partilere kaçtığı unutulmamalıdır. Bugün de ülkenin toraman ulusalcıları kuyruğu kısıp Erdoğan’a oy atmazlar diye ummaktan başka bir şey gelmiyor elden ki bu aslında tarihsel olarak tasfiye olmuş hareketlerinin resmi olarak da tasfiye olması manasına gelecektir.