Herkesin herkesi sokmadığı bir şekil kalmadı, hiçbirimiz bir diğerimizi sıfatsız bırakmadık. Katil insan dedik; demokrat insan, yavşak insan, şefkatli insan, puşt insan, aydın insan, faşist insan, o insan, bu insan dedik de dedik... Hali hazırdaki durum buyken, neden ben de insanı bir üçgene benzetmeyeyim?

'Üçgen İnsan!'

Uzun zamandır uğramadığım eski mahallemdeyim, kaldırım boyu yürüyorum, bir apartmanın 1. katının perdesi açık.. Mahalle oldukça tutucu , dedikodunun en büyük kitle iletişim aracı olduğu bir yerleşke burası. 1. kattaki daire Memed'in evi, Memed'in camının perdesi sonuna kadar açık.. Oradan geçen herkes gibi benim de gözlerim evin içine düşüyor, bir adam görüyorum, Memed Abi, koltuğun üstünde oturur vaziyette uyumuş..

Bu mahallede yaşadığım dönemde, Memed Abi kemoterapiye gidip geliyordu, devletin formalite ödenekleriyle özel teşebbüslerce açılmış bir sağlık kurumuna gidip gelirken çok gördüm, formalite devlet ödeneğiyle günü kurtarma peşinde olan bir döngüden sonra evine dönmüş olmalıydı. Camın yanından ağır ağır yürüyorum, bütün manzarayı beynime dokumaktan kendimi alıkoyamıyorum, Memed Abi'nin ne kadar yorgun olduğunu buradan bu kadar fazla görmek kaldırabileceğim gibi değil. Aşka bu kadar ihtiyacı varken, aşktan bu kadar uzaklarda olanı görmek gözlerimi dağlıyor. Evet Memed'in ağrısı, Memed'in derdi kocaman, ama bu onun o derde kesinkes kurban olacağını göstermez ki, mücadeleyle yıkılmayacak kaç set vardır? Memed'in koltuk üstündeki oturuşu ve onun hakkında bildiklerimi hızlıca süzdüm, kendime ne kadar da kızsam ağzımdan çıkan üç kelimeyi kendi kendime gevelemeden yapamadım:

''Yarınını ölüme şartlamış... Peki ama neden, mücadele dururken neden bu şartlanma?''

Kanser denilince ne yazık ki 'yaşamayı' çok az düşünür oldum, oysa babam kurtulmuştu.. Birçok insan bana umut ve ahlak nasihatleri verebilir, muhtemeldir, umudum hiç yok değil, ama benim ağır basan gerçekliğim: Karamsarlık... İyileşebilcek, evet pekala iyileşebilecek bir hastalık neden ölüme büyük paylar kaptırıyor?

Kanser sözcüğüyle beraber 'en fazla' düşündüğüm, ne yazık ki düşünmeye sevk edildiğim, aklıma gelen iki şey var; bunlardan birisi ölüm, ötekisi ise manşetler! Oldum olası manşet sözcüğünden korkmuşumdur, hayatım boyunca elbet de manşet olduğum dönemler oldu, mesela ilk okuldayken Subayın hıyar oğlu Can yaramazlar listesinde beni en üste yazardı, çok mu yaramazdım? Hayır, gıcıklığına yazardı, öğretmenim yaş odunlarla bizi haşlar, çok az Vanlı'yla beraber Van'da statü sahibi olan bütün Subay çocuklarını biz dayak yiyenlere örnek gösterir, sonra da çocukluğumuzun bir sonraki idamına kadar bizleri yerlerimize def ederdi. Şimdi büyüdüm, öğretmenim emekli oldu, ben ise öğretmen oldum. Bir manşetten bir manşete basıp geçmiş şu zaman, zamanın hiç ama hiç kimseye insafı ve torpili yok. Ve kanser denilince kafam şu manşetlerin cehennemini yaşıyor:

'Sahte ilaç satan eczacı yakalandı!

Kanser ilacından aseton çıktı!

2 doktor sahte ilaçtan şüpheli!

Sahte ilaca özel yasa! İlacıma dokunma!

Hem sahte, hem bayat!

Çete ilaçların sahtelerini yapıp dünyaya yaydı!....'

Üçgen insan demiştim: Memed İnsan, Üçgen insan...

Üçgen yapmam için, insan çizmem için belli bir sıralamaya göre üç nokta yapmam gerekiyor.

 1. ve başlangıç noktası DÜŞÜNCE, şöyle ki:

İlaçlar etkisizmiş, sahte ilaçlar ve dermansız hastalığım.. Bu hastalıktan kurtulmak zaten zordu, bana selam veren herkes ölümümün yasını tutar gibi, kendi ölümlerini hatırlamaktan ürker gibi gözlerime bakıyor. (Düşünce her şeyin başlangıcıdır.)

2. nokta DUYGU, şöyle ki:

Bu durumda kendimi nasıl iyi hissedebilirim ki, moralin iyi olması nasıl bir şeyse artık onu bile unuttum, bana çok yakın olan ölüm git gide içime doluyor, her ilerleyen anla beraber yarından biraz daha fazla korkuyorum. (Düşünce neyse onu hissederiz.)

3. Nokta, DAVRANIŞ, şöyle ki:

Yaşam sevincini yaşayabilecek kadar gücü kalmamış olan bir insan; ya içine kapanır, ya da sürekli gergin olan ruh haliyle, normal bir insanın ömrü boyunca çok az ve en son da ölürken yaşadığı panik atakları hep yaşar. Her iki şekilde de kendi içinde tükenen insan, çevreyle de uyumunu kaybeder.

.../

Bir insan birkaç kilo et ve kemik, birkaç litre de sıvı değildir, ötedir… Bu et, kemik ve sıvı insanın kıyafetinin bileşenleridir. Ve biz bu kıyafetlere göre birbirimizi sınıflandırıyoruz; siyahi beyaz, şişman zayıf, güzel ya da olmayan gibi…

Peki insan nedir, biraz daha irdeleyelim:

Beden bir kıyafetse, insanı da o kıyafet içinde aramamız gerekmiyor mu? Birçok insanın baş vurduğu gibi, insanı aradığımız sorulara ‘O Bir Ruhtur’ cevabını verip ardımıza bakmadan kaçabiliriz. İnsanın karmaşıklığını bulanık ön görülerimle tespit edebilme ahmaklığına düşmeyeceğim. Düşünce, duygu ve akabinde de beden yoluyla verilen sonucu, yani davranışı bir bütün halinde konuşmak istiyorum. Kanser Hastalığına yakalanan Memed Abi örneğinde insanı bu üçüyle (Yani: Düşünceyle şekillenen Duygu ve akabinde de Duygular sonucunda ortaya çıkan Davranışlarıyla) açıklamaya çalıştım, şimdi de farklı diyaloglarla, yine aynı hastalığı konuşmak istiyorum:

‘Boynu kırılası kanseri…’

2013 yılının baharıydı, Öcalan’ın İmralı’da yazdığı ve önemli tartışmalara sebep olan mektubuyla beraber, Newroz kutlanmıştı. Nasıl başladığını hala da bilmediğimiz, ama o günden bugüne tek bir çatışma bile yaşanmadığını kör gözlerin bile gördüğü, gerilla ve askerin ölmediği kansız bir yıl yaşadık. Nisan ayıydı ve Mayıs ayına çok az zaman vardı, Hükümetin güç hastalığına yakalandığını hiç bu kadar net görmedik, nöbetler ve agresif çıkışlar birbiri ardına geliyordu. Taksim Meydanında iş merkezleri yapılsın diye hummalı inşaat çalışmaları yapılıyordu ve o yıl Taksim Meydanında yürüyüş ve gösterilere yasaklar geliyordu.

Oysa uzun yıllardan sonra Taksim Meydanı 1 Mayıs Bayramı için açılmış, hatta 1 Mayıs Resmi Tatil bile yapılmıştı. Ancak bu geç gelen haklar bütün iktidarları korkutuyordu, zira insanlar televizyon programlarıyla afyon almaktan uyanmış ve gerçeklerle aralarındaki siyah örtüleri elleriyle, silah olarak sadece elleri vardı, evet elleriyle kaldırmaya çalışıyordu. Resmi bir kararla 1 Mayıs’ın Taksim Meydanında kutlanması yasaklandı, gerekçe olarak da ‘Güvenlik’ öne sürüldü. Orada bulunan inşaata birileri düşebilir ve bunun akabinde de ölümler olabilirdi. Yani böyle deniliyordu, özerkliğe karşı olan oldukça katı bir Ağanın, köyüne yüksek bir tepeden baktığı bir zaman yaşanıyordu…

Oysa İşçilerin 1 Mayıs Bayramını Taksim’de kutlaması, Êzîdî Kürdlerin Laleş’te ibadet etmekte ısrar etmeleri kadar haklarıydı. Laleş… Ve Laleş’in toprakları tarihin eli kanlı katilleri tarafından az kan içmemişti…

Ve mesele güvenlik ve inşaattan da öte bir meseleydi, zira Taksim dünyanın gözlerinin önündeydi ve bundan sonra İşçi Bayramları dünyanın gözlerinden daha uzak bir yerlerde kutlanılsın isteniyordu, zira meydana çıkabilen bütün köleler o andan itibaren Spartaküs’ün yardım ve yatakçısıydı. Nitekim 'Kazlı Çeşme Miting Alanı' diye bir yer en temel itibari ile bu amaçla yapıldı. Bunun farkında olan insanlar Taksim Meydanında ısrar ettiler, bazıları ise çok bilmişlikleri ve farklı görünmeye çalışma çabalarıyla Kadıköy gibi yerlerde toplandılar. 1 Mayıs 2013 tarihi Türkiye Cumhuriyeti için 21. yüzyılın kırılma noktalarından en önemlilerinden biri olarak tarihe geçecekti. Sonuç olarak birçok insan hayatı boyunca taşıyacakları sakatlanmalar yaşadı, öte yandan da bazıları kara bir leke olarak alınlarında kalacak ‘Aferin, onlar Taksim’i istemeyip uzaklarda eğlendiler’ cümlelerini kendilerine yapıştır(t)dı.

1 Mayıs kırılma noktasıydı ve 1 Haziran tarihinde milyonlarca insan nöbetleşe bir şekilde, yoğun süren saldırılara rağmen Taksim Gezi Parkını, Taksim Meydanı ile beraber işgal etti ve günün 24 saati, ayın bilmem kaç haftası boyunca insan kaynayan Taksim’de, bir tek insan bile inşaat çalışmalarından dolayı yaşanan bir arbede sonucu yaralanmadı. Oysa resmi beyanlara göre yaralanmak gerekiyordu…

1 Mayıs’tan kısa bir süre önce, ciddi kazançlar peşinde koşarak kendisini hazineler içinde ölümsüz kılmak isteyen bir adam, ki o güya Hazreti Ömer’in Valilerinden (Bakanlarından) biriydi, Anadolu’da en son kurulmuş olan devletin önemli bir Bakanıydı bu ve bu adam, Başbakanın da dünürüydü. Görev yaptığı Bakanlığın ismi; Çevre ve Şehircilik Bakanlığıydı ve en büyük paranın döndüğü Bakanlık da yine burasıydı, devlet yıkacak ve devlet kuracak muhasebeler dönüyordu, zira kentsel dönüşüm ne yazık ki bu ülkede gelmiş geçmiş en büyük rant meydanı oldu.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, rantın fink attığı bir pist alanıdır.

Bakan, politik gezintilerinden birini yapıyordu, Edirne’deydi, o sırada kafası üç numara tıraşlı ve yaklaştıkça bir kadın olduğu, hem de genç ve güzel bir kadın olduğu belli olan biri bakana yaklaştı. Bakan ve korumaları rutin döngülerindeydi ve özellikle de bakanın aklında ülkeden daha çok kendi çıkarlarının olduğu çok sonradan belli olacaktı. Hazreti Ömer ki yolsuzluk ve zulüm yapan bir Valisini, bir çoban kılığında ziyaret ettikten sonra cezalandırmıştı, Ömer gelmese de Ömer’in Adaleti gelip bu Valiyi de vuracaktı! Çok sonradan, çok ama çok sevdiği koltuğundan ortaya çıkan yolsuzluklara adı karıştığı için istifa etmek zorunda kalacaktı. Bir tek görevinden mi uzaklaşacaktı, kendi çay arkadaşları bile onu dışlayacak ve alemin gözünde kendisine itibarı teslim edilecekti.

Genç kız kanser hastasıydı ve ilaçları Türkiye’deki eczanelerde bulunamıyor, yurt dışından getirilmesi gereken ilaçlar da çok pahalıydı. Kız Bakana doğru geldi, Bakanın elini tuttu, Bakanın aklından hazır kameraları da bulmuşken vicdani bir şov yapıp hemen yoluna devam etmek geldi, başta rutini bozuldu diye canı sıkıldıysa da, bu kız Bakanın karşısına çıkmış harika bir imaj yükseltici malzemeydi, bürokrasinin iştahı kabarmıştı. Kendisine ilaçları için konuşmaya gelen kız için bırakın durmayı, o kızın yüzüne bile bakmadan hemencecik elleriyle ceplerini karıştırdı. Tarih bu zamanları en fazla da çaresizliğin ve hükümdarlığın replikleri ile tanıtacak, zira Tanrı ve Tarih affetmez. Asırlar sonra 2013′ün bu ülkesini araştırmak isteyenler en çok da bunun gibi birkaç diyalog üstünde araştırmalar yapacaklar, şöyle ki:

-(İlaç bakanım, kanser hastayım..) (İlaç kullanacağım süreç ) tedavi süresine göre bağlı, ama burada bulamıyorum. Yardım istiyorum.

Kadın çaresizliğin cümlesini eksik nefesiyle söylemeye çalışmıştı. Genç kadın ilaçları için gelmişti, ancak ne kadar da Bakana ‘hayır’ diye ısrar ettiyse de olacak gibi değildi. Bakan:

-Al işte bunu (ilaçlarını) parayla kızım. Başka ne yapacağım? Onları (İlaçları) sen kendin al… Al onu al, cebinden düşürme, orada epey para var.

Bakan bir pop şarkısı söyler gibi kelimeler dizmişti… Bakan kızın ısrarlı karşı çıkışlarına rağmen parayı verdi, yanındakilere de şu tembihte bulundu:

-Düşürmesin cebinden parayı …

Bakan namaz kılarken kız camiinin önünde Bakanı bekliyordu, Bakan Allah’ın önünde ceplerindeki paralarıyla eğilirken, kız namazın bitmesini bekliyordu… Orada bulunan resmi görevliler kızı ikna edip oradan gitmesini istiyordu, kameralar açık olduğu için büyük vicdanlı emir elleri yaka paça Kanser Hastası Genci oradan kovamıyordu. Ve bakan geldi… Kız Bakanın verdiği parayı Bakanın avuçlarına bırakıp, yaşadığı dünyayı daha da rezilleştirdiği için birkaç kelam ettikten sonra göz yaşlarını ömrünün ağıdı etti, yaşlarını kaçarken yerlere düşürdü. Edirne’nin toprağını Hükümdarlığa karşı Çaresizliğin ağıdıyla hep ıslak bıraktı..

.../

Aynı Bakan aylar sonra seçim öncesi kimi çalışmalar yapmak için gittiği Trabzon’da, gençlere para dağıtarak Kanserli kıza nasıl davrandığını tekrar ve tekrar herkese hatırlatacaktı… Trabzon’daki tartışılan görüntülerin ardından hiç kimse maaşlı bir Bakanın cebinden akan sadakanın hikayesini araştırmadı, evet yaptığı yanlıştı ancak o yanlışı yaptığı para da ne kadar helal idi..

Çocuklar yıllar sonra o dönemin resmi beyanlarıyla tarihi öğrenmeyecekler, bugün Hitler’i kendisini tanıttığı şekerli ağzıyla değil, Yahudileri yaktığı fırınla tanıyoruz.. Bir zaman gelecek ve çocuklar, ‘Erdoğan Bayraktar kimdir?’ diye sorduklarında onlara şu cevabı vereceğiz:

‘Cebinden sadakalar akan bir Bakanken, yaptıklarıyla Hazreti Ömer’in Adaletince tokatlanmış, 19 Aralık 2013 tarihinde yapılan Yolsuzluk operasyonuyla üstündeki perdeleri kalkan, sonra da Bakanlık pelerini elinden alınan, elinde bir zamanlar mühür olan bir adamdı…’

Kanser Hastalığına yakalanan Memed Abi örneğinde insanı bu üçüyle (Yani: Düşünceyle şekillenen Duygu ve akabinde de Duygular sonucunda ortaya çıkan Davranışlarıyla) açıklamaya çalıştım, şimdi de farklı diyaloglarla, yine aynı hastalığı konuştum: Boynu kırılası kanseri…

Genç kadının durumu nedir, şuan ne haldedir bilmiyorum.

İçim, Nuh’un Gemisini yaptığı arbede, içim kıyamet!

Şayet o genç kadının başına bir şey gelirse, kanserden mi ölecek, yoksa kanserden mi öldürülecek?