Irak Şam İslam Devleti'nin veya IŞİD'in uzun sömürgecilik karşıtı uyanış hikâyesinin -Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük güçler tarafından yeniden çizilen keyfi sınırların- son bölümü olduğunu ve küresel sermayenin ulus devletlerin gücünü zayıflatmasına karşı mücadelenin eş zamanlı bir bölümü olduğunu gözlemlemek son aylarda olağan hale geldi. Fakat böylesi bir korkuya ve afallamaya sebep olan şey IŞİD rejiminin bir başka özelliğidir: IŞİD yöneticilerinin kamuya yaptığı açıklamalar devlet gücünün başlıca görevinin kendi halkının refahının (sağlık, açlığa karşı mücadele) düzenlenmesi olduğunu açıklığa kavuşturdu – IŞİD’in gerçekten önem verdiği şey dini hayattır ve kamusal yaşamın dini kurallara boyun eğmesi endişesidir. Bu yüzden IŞİD kendi alanındaki insani felaketlere yönelik şöyle ya da böyle kayıtsız kalmaktadır – sloganı kabaca “dine özen gösterin, zenginlik kendine özen gösterecektir.” şeklindedir. Burada, IŞİD'in deneyimlediği iktidar kavramını Michel Foucault'nun genel refahı garanti altına almak için yaşamı düzenleyen "biyoiktidar" dediği modern Batılı kavramdan ayıran bir boşluk bulunmaktadır: IŞİD'in hilafeti biyoiktidar kavramını tamamen reddetmektedir.

Bu IŞİD’i premodern kılmaz mı? IŞİD’i modernliğe karşı aşırı bir direniş meselesi olarak görmek yerine, sapkın bir modernleşme meselesi olarak tasavvur edilmeli ve 19. yüzyıl Japonyasında Meiji restorasyonuyla (hızlı endüstriyel modernleşme "restorasyon"un, imparatorun tam otoritesine dönüşün ideolojisine bürünmüştür) başlayan muhafazakâr modernleşme serisi içine yerleştirilmelidir.

Kolundaki Swiss marka seçkin kol saatiyle IŞİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi’nin çokça bilinen fotoğrafı semboliktir: bu ultra modern pratikler propaganda yapmak için kullanılmasına ve net hiyerarşik sınırlandırmaların üstesinden gelmek için umutsuz bir hareket olarak çok fazla muhafazakâr olmayan bir ideolojik-siyasi vizyonu güçlendirilmesine rağmen, IŞİD finansal anlaşmalar kadar internet propagandasını da çok iyi örgütlemiştir. Ancak bu sıkı disiplinli ve düzenli köktendinci örgüt görüntüsünün bile belirsizlikleri olmaksızın var olmadığını unutmamamız gerekir: dini baskı (daha çok) yerel IŞİD askeri birimlerinin işliyormuş gibi görünmesiyle desteklenmez mi? IŞİD’in resmi ideolojisi Batı’nın serbestliğine dil uzatırken, IŞİD çetesinin günlük pratikleri soygunlar, toplu tecavüzler, işkence ve kafirlerin öldürülmesi de dâhil olmak üzere geniş kapsamlı grotesk seks partilerini kapsamaktadır.

Daha yakından bakacak olursak, IŞİD’in her şeyi riske etmeye kahramanca hazır görünmesi daha müphem görünmektedir. Uzun zaman önce Friedrich Nietzsche’nin Batı uygarlığının ne büyük bir tutkusu ne de adanmışlığı olan kayıtsız bir yaratık olan Son İnsan’ın istikametinde nasıl ilerlediğini algıladı. Hayal kurmaktan acizdir, hayattan bıkmıştır ve hiç risk almaz: “Yeryüzü daha küçük hale gelir ve üzerinde, her şeyi küçülten son insan sıçramaktadır. Tıpkı bir toprak piresi gibidir o, soyu kurutulamaz; son insan en uzun yaşayandır. ‘Biz mutluluğu bulduk’ -derler son insanlar ve göz kırparlar.” Ara sıra biraz zehir: tatlı düşler kurdurur bu. Ve çokça zehir sonunda, tatlı bir ölüm için. Gündüz için, gece için küçük hazları vardır onların, ama sağlığa hürmet ederler. ‘Biz mutluluğu keşfettik’ der Son İnsanlar ve göz kırparlar.”

Hoşgörülü Birinci Dünya ve onun hamlelerine yönelik köktendinciliğin tepkisi arasındaki bölünme, maddi ve kültürel zenginlikle dolu tatmin edici uzun bir yaşamın sürülmesiyle kişinin kendini bazı aşkın davalara adaması arasında çok daha fazla muhalefet çizgisindeymiş gibi görünmektedir. Nietzsche’nin “pasif” ve “aktif” nihilizmi arasındaki karşıtlık değil midir bu? Biz Batılılar Nietzscheci Son İnsanlarız, Müslüman radikaller her şeyi göze almaya hazırken, kendini yok edene kadar mücadeleye katılmışken, biz aptal günlük hazlara kaptırmışızdır kendimizi. William Butler Yeats’in “İkinci Geliş”i bugünkü çıkmazımızı açıklamak için kusursuz görünmektedir: “En iyinin inancı eksiktir büsbütün, en kötüyse şehvetli bir yoğunlukla dopdolu.” Bu anemik liberaller ve ateşli köktendinciler arasındaki mevcut kopukluğun harikulade bir açıklamasıdır. “En iyisi” artık ırkçı, dinci, cinsiyetçi fanatizmle bağı tamamen koparmaktır, “en kötüsüyse” bunlara bağlanmaktır.

Fakat terörist köktendinciler kelimenin otantik anlamıyla gerçekten köktendinci mi? Buna gerçekten inanıyorlar mı? Onların yoksun oldukları şey Tibetli Budistlerden Birleşik Devletler’deki Amişlere kadar tüm otantik köktendincilerde fark edilmesi kolay bir özelliktir – kıskançlık ve kızgınlığın yokluğudur, inanmayanların yaşam biçimine dönük derin kayıtsızlıktır. Bugünün sözde köktendincileri gerçekten Hakikat’e giden yolu bulduklarına inanıyorlarsa, neden inanmayanların tehdidi altında olduklarını hissediyorlar? Bu neden onları kızdırıyor? Bir Budist Batılı bir hazcıyla karşılaştığında pekâlâ onu kınar. Hedonistin mutluluk arayışının kendini çürüttüğünü hayırsever biçimde söyler ona. Gerçek köktendincilerin aksine terörist sözde köktendinciler inanmayanların günah dolu hayatından derin biçimde rahatsızdırlar, ona ilgi duymaktadır ve hayrandırlar. Günahkâr ötekiyle olan mücadelede, kendi ayartmalarıyla mücadele ettikleri hissedilir. Bu yüzden IŞİD’in sözde köktendincileri gerçek köktenciliğin yüzkarasıdır.

Burada Yeats’in teşhisi mevcut çıkmaz için kısa kalmaktadır: Bir çetenin tutkulu yoğunluğu gerçek inancın yokluğuna tanıklık eder. Köktendinci teröristlerin kendi içlerinde gerçek inanç derin bir biçimde eksiktir - şiddet patlamalarının kanıtı da budur. Müslümanların inancının kırılgan hale gelmesi için düşük tirajlı bir Danimarka gazetesinde kendini aptal bir karikatürün tehdidi altında hissetmesi yeterlidir. Köktendinci İslami terör, teröristlerin kendi üstünlüklerine yönelik inançlarına ve kültürel-dini kimliklerini küresel tüketim uygarlığı saldırısından koruma arzularına dayanmamaktadır.

Köktendinci teröristlerin sorunu, bizim onları kendimizden aşağıda görmemiz değildir, daha ziyade kendilerini gizliden gizliye aşağıda görmeleridir. Bu yüzden bizim onlara dönük hiçbir üstünlük hissetmeyen küçümseyici, politik doğrucu vaazlarımız onları daha öfkeli yapmakta ve hınçlarını beslemektedir. Sorun kültürel fark (kimliklerini muhafaza etme çabaları değildir), aksine zaten bizim gibi olmalarıdır, gizliden gizliye zaten bizim standartlarımızı ve ölçülerimizi kendi kendilerine içselleştirmiş olmalarıdır. Paradoksal olarak, IŞİD’in köktendincilerde ve onlar gibilerde eksik olan şey aslında onların kendi üstünlüğüne olan gerçek inancının bir doz eksik olmasıdır. (SJ/HK)

Bianet / Opinionator.blogs.nytimes.com'dan çeviren: Can Semercioğlu